ENDONEZYA

Bu seferki durağımız Endonezya..
İrili ufaklı binlerce adadan oluşmuş bir ülke burası...
En vahşi yanardağları bünyesinde bulundururken en şiddetli depremlerle sarsılmaya devam ediyor. Böylesine haşin bir doğayla karşı karşıya kalan ülke insanı ise, doğaya inat, bir o kadar sakin ve bir o kadar sevecen...
En kalabalık Müslüman nüfusu bu ülkede ama en büyük Budist ve Hindu tapınakları da yine bu ülkede...
Sonuç olarak 'en'lerin çok olduğu bir ülke Endonezya...
Dedim ya binlerce -yaklaşık 17 bin küsur- ada bu ülkenin sınırları içinde yer alıyor. Biz ise en çok bilinen Bali Adası ile diğer iki büyük ada; Sulawesi ve Java Adaları'nı görebildik.

BALİ 
Yaklaşık iki hafta süren gezimizin ilk durağı Bali Adası oldu. Bali'ye, Singapur Havayolları ile Singapur'dan aktarma yaparak geçtik. İstanbul Singapur arası; giderken on, dönerken ise on bir saat sürdü. Singapur Bali arasındaki uçuş mesafesini de iki buçuk saatte aldık. Aradaki aktarmayı da uçuş zamanına eklersem hatırı sayılır bir süre sonunda Bali'ye ulaşabildik.
Havaalanına indiğimizde, bulutlu bir hava bizi karşıladı. Bir de, yarısı çelikler üzerinde yükselmiş modern, diğer yarısı ise tapınak havasında olan havaalanı binası...
Ülkeye giriş vizesi kapıda alınmasına rağmen Allah'tan işlemler uzun sürmedi, kısa bir süre sonra havaalanından ayrıldık ve... sonunda Bali Adası'ndaydık!

Bali, Endonezya'nın 33 eyaletinden biri. Başkenti Denpasar. İndiğimiz Ngurah Rai Uluslararası Havalimanı'da bu kentte.
Denpasar, adanın güney kısmına düşüyor. Zaten en fazla otel ve turistik tesisin olduğu bölge de burası.
Tamam, iyi hoş burası turistik bölge de, havaalanından otele kadar gördüğüm manzaraların, kafamdaki sessiz sakin tatil cenneti Bali'yle yakından uzaktan alakası yok!

Aslında niye bu kadar şaşırdım, bilmiyorum. Sonuçta Bali Adası'ndaydık, Maldivler'de değil!
Hem dört milyon kişinin yaşadığı bir adanın daha ne kadar sessiz olmasını bekliyordum ki;elbette trafik sıkışacak, yol kenarlarında tamirci dükkanları, market, pazar olacak, seyyar satıcılar ekmek paralarını çıkartmak için sokaklara çıkacaklardı.
Böylesine kalabalık bir adanın kiri, pası, çöpü de çok olacaktı. Hele ki o ada konum olarak Güneydoğu Asya'daysa...

Neyse uzatmayayım, yarım saat bile sürmeyen kısa bir yolculuktan sonra Bali'de kalacağımız Sanur Beach Otel'e geldik. Otel, her ne kadar fotoğraflarda albenili gibi dursa da dikkatimi ilk çeken otelin eskiliği oldu. Bunun üzerine eşimle iddiaya girdik; O dedi yirmi yıllık otel, ben dedim kırk yıllık...
Ne rastlantıdır ki, ertesi akşam otel yönetimi tarafından odamıza küçük bir pasta gönderildi.
Pastanın üstünde şu yazılıydı; 41.Yaşımızı Kutluyoruz.

Sıra öğle yemeğine gelmişken kısaca Endonezya mutfağından bahsedeyim.
Endonezya'nın kendine has tipik bir mutfağı yok. Pirinç, sofranın olmazsa olmazı. Ben bu pişmiş pirince 'pilav' bile demiyorum, duru suda haşlanıp yağsız ve tuzsuz bir biçimde servis ediliyor.
Halkın çoğunluğu Müslüman olduğundan dana ve sığır eti yemeklerde ağırlıklı olarak yer alıyor. Et yemeklerine bildiğimiz sebzeler katılıyor ve soya sosu ekleniyor. Sosları genelde acılı ve bol baharatlı.
Diğer Uzakdoğu ülkelerinde olduğu gibi ekmekten yana bir sorun yok. Her çeşit ekmek bolca bulunuyor.

Öğle yemeğinden sonra yorgunluk iyice bastırınca dinlenmek amacıyla sahile indik.
Şimdi yazacaklarımı ciddiye alın! Ya da yaşayarak öğrenin, tercih sizin.
Eğer deniz, kum ve güneş için ülkemizin o güzelim sahillerini bırakıp binlerce kilometre uçup Bali Adası'na gelecekseniz bir daha düşünün derim. Daha doğrusu sadece bu üçlü için bu kadar yol katetmeye değmez. Şayet amacınız kültür turuysa o zaman yerinizi ayırtmakta gecikmeyin.
Çünkü, deniz buralarda gerçekten kötü. Yosun ve kumlardan dolayı da bulanık. Öğleden sonraları ise gel-git oluştuğundan deniz iyice bir çekiliyor, sahil boşalıyor herkes havuz başına geçiyor.
Sonra buraları tropik bölge, yağmurun ne zaman yağacağı da belli değil.
Söyleyeceğim şu ki, eğer benim gibi Ege sahilleri tutkunuysanız buranın denizi sizi kesmez!

Ertesi sabah yol yorgunluğunu atmış olarak güzel bir güne uyandık. Uzakdoğu'nun huzur verici canlı müziği eşliğinde kahvaltımızı da ettikten sonra artık Bali Adası'nı keşfe hazırdık.

İlk durağımız Denpasar'da bir sanat ve tarih müzesi olan ''Bali Müzesi'' oldu.
Ancak bir anda indiren yağmur yüzünden fotoğrafta görülen müze binasına uzun bir süre iltica edemedik. Üstelik yanımızda otelden aldığımız devasa şemsiyeler olmasına rağmen yağmurun şiddetine karşı koymak mümkün olmadı.
Endonezya'nın en kurak ayları Temmuz ve Ağustos olarak geçiyor. Biz de gezimizi bu tarihlere göre ayarlamıştık ama ülkenin kurak mevsimi buysa yağışlı mevsimi nasıl olur, bilmiyorum artık!

Yağmurun durmasıyla müzeyi daha rahat gezme imkanına sahip olduk. Çünkü müze binasına kendimizi atmakla iş bitmiyordu. Belli bir dönemi gördükten sonra başka bir bahçeye ve oradan da farklı dönemlere ait eserleri görebilmek için diğer binaları gezmek durumundaydık.
Tıpkı hayat gibi, her kapı başka bir bölüme açılıyordu.

Müze, 1932 yılında Hollanda hükumetince yaptırılmış. Müzede; Bali'nin sanat, tarih ve kültürüyle ilgili örnekler başarıyla sergileniyor.
Endonezya üç yüzyıldan daha fazla Hollanda'nın sömürgesi olarak kalmış, ta ki II.Dünya Savaşına kadar... Böyle olmasına rağmen Hollanda'nın, sömürgesi olan bir ülkenin tarihine gösterdiği hassasiyet övgüye değer.

Müzenin bahçesi değişik figürdeki heykellerle süslenmişti.
Merdivenin birinde, aşağı doğru süzülen ''yılan naga'' dikkatimi çekti. Naga Budist bir figür. Bali Adası'nda ise Hinduizm inancı hakim. Ülkenin %93'ü de Müslüman. 
Bu mozaiği gördüğümde aslolanın insan olduğu gerçeğini tekrar hatırladım. Dinler bir araç, asıl önemli olan ise inanç ve içimizdeki sevgi. 

Gördüm ki, müzenin tarihe ışık tutmaktan başka bir işlevi daha var; evlenecek olan çiftler yerel kıyafetlerini giyip burada bulunan profesyonel fotoğrafçılara düğün öncesi fotoğraflarını çektiriyor...

Bahçenin neredeyse her köşesinde fotoğraf çektiren gelin ve damatları görmek bizim için gerekten güzel bir sürpriz oldu. Rengarenk giysileriyle müzenin tarihi dokusuna öylesine uyum sağlamışlardı ki...













Ben de böyle bir fırsatı kaçırmayarak fotoğraf çektirmek için onlardan izin istediğimde, sevinip beni hemen aralarına aldılar.

Adanın iç bölgelerine, Denpasar'a göre daha kuzeybatıya doğru yol aldığımızda, nehir üzerindeki bir adada kurulmuş olan ünlü Hint tapınağı ''Pura Taman Ayun''a ulaştık.














1634 yılında Mengwi hanedanının bir kralı tarafından yaptırılan tapınak, UNESCO'nun Dünya Mirası Listesi'nde ve Bali'nin en önemli tapınaklarından biri olarak kabul ediliyor.
İhtişamlı bir kapıdan geçerek girdiğimiz tapınağın etrafı su kanalları ile çevrelenmiş. Değişik yükseklikteki taraçalı kulelerin ise her biri bir tanrıya adanmış.

Tapınak çıkışında, uzayıp giden gürültülü bir kalabalığın bize doğru geldiğini gördüm.
''Allah Allah, bu protesto yürüyüşü de neyin nesi şimdi? '' derken... kalabalık iyice yaklaştı, taşıdıkları müzik aletlerinden ve giydikleri yerel kıyafet ve neşeli duruşlarından dolayı, ''Yok ya, ne protestosu galiba bir düğün alayının içine düştük'' dedim.

Ancak bir süre sonra kalın bambu çubuklarından yapılmış bir kaide üzerine oturtulmuş ve onlarca kişi tarafından taşınan rengarenk ve süslü tahtı, tahtın baş arka kısmına asılmış olan portre fotoğrafını görünce bunun bir protesto yürüyüşü ya da bir düğün alayı olmadığını anladım.
Bu bir cenaze töreniydi.
Anlamıştım anlamasına da, kafam yine de karıştı: ''O zaman bu insanlar niye böylesine mutlu?''
Gerçi dünyayı gezip gördükçe farklı inançlardan kaynaklanan değişik cenaze törenlerine tanıklık etmiştim ama yine de böylesine neşe içinde gerçekleştirilen bir ölüm törenini görür görmez kavramak kolay olmuyor.














Şimdi, öğrenebildiğim kadarıyla Bali'deki ölüm ritüellerinden kısaca bahsedeyim.
Endonezya, bildiğiniz gibi dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi. Ancak Bali Adası'nın nüfusunu Müslümanlar oluşturmuyor. Bu adada yaşayan halk, din olarak Hinduizmi benimsemiş ve inançları doğrultusunda da ölülerini yakıyorlar.
Buraya kadar tamam. Yukarıda yazdıklarım hepimizin bildiği şeyler.
İlginç olan ise, Bali'de ölülerin yakılmadan önce toprağa gömülüyor olmaları ve duruma göre yıllarca mezarda kaldıktan sonra buradan çıkarılarak yakılmaları...
Anladığım kadarıyla ölülerin bir süre mezarda kalmaları zorunluluktan kaynaklanıyor yoksa bu durum onların tercihi değil.

Bu zorunlulukların sebebine gelince; ölü yakma törenleri çok şaşalı ve büyük katılımlarla gerçekleşiyor. Böyle bir organizasyonun fakir olan halk için maliyeti çok yüksek. Onlar da ölülerini toprağa gömüp başlıyorlar para biriktirmeye...
Ancak ölen kişinin mezarda kaldığı süre içinde ruhu bu dünyadan ayrılamıyor. Bu durum onlar için sıkıntılı bir süreç.
Ne zaman ki bu insancıklar yakma töreni için para biriktiriyor, işte o zaman ceset mezardan çıkarılıyor, yıkanıyor, güzel kokular sürülüp en güzel kumaşlara sarılıyor. Artık ruh, bedeninin yakılmasıyla özgürleşecek ve bu dünyadan daha iyi bir yaşama doğru geçiş yapacak.
Bu yüzden ölen kişinin ailesi, yakınları ve sevenleri böylesine kutsal bir görevi gerçekleştirebildikleri için mutlu oluyorlar ve ölüm törenleri bir şenlik havasında kutlanıyor.

Öğle yemeği için 'Pirinç Tarlası Lokantası' anlamına gelen Puri Taman Sari'ye geliyoruz. Restoranın girişi, oymalı kapılar, taş heykellerle tarihi eser görünümünde... Belki de burası tarihi bir yapıdır ama inanın bu Bali'de hangisi tarihi eser, hangisi yeni yapılmış bina anlamak imkansız.
Bunun birkaç sebebi var;
Bir kere Balililer gerçekten sanatçı insanlar. 15. yüzyılda İslamiyet, Sumatra ve Java adalarına kadar ulaştığında bu adalarda yaşayan Hindu sanatçılar ve entelektüeller Bali'ye göç etmişler.
Bunca sanatkarın yaşadığı bir adada da elbette tarihi eser benzeri muhteşem yapılar ve heykeller yapılmış, bu birinci unsur.
İkinci unsur ise heykel ve binalarda kullanılan lav taşı. Gözenekli ve siyahımsı yapısıyla bu taş, kullanıldığı yerlere eskitilmiş bir hava veriyor.
Üçüncü unsur ise tarihi eseri yenisinden ayıramayan cahil ''ben'' faktörü.

Neyse, nerede kalmıştık? Restoranda...
Restoranın giriş kapısından geçtikten sonra uçsuz bucaksız yeşilliğe ve çeltik tarlalarına bakan bir bahçeye geldik. Yerel bir restoran olan Puri Taman Sari'nin doğa harikası manzarası yemeklerin sunuş tarzıyla uyum içindeydi.
Menüde; deniz ürünleri, Çin böreği, çöp tavuk şiş, noodle ve olmazsa olmazları haşlama pirinç vardı.

Yemekten sonra çeltik tarlalarının bulunduğu ''Jatiluwih''e, adanın daha batısına doğru yola çıktık. Yol boyu, nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan, ardışık halde sıralanan, yemyeşil köylerden geçtik.
Gördüğüm yerlerle ilgili izlenimlerimi öğrendiklerimle birleştirince ortaya aşağıdaki bilgiler çıktı.

Bali'de ataerkil bir yaşam var. Bu yüzden evlenen bayanlar eşlerinin ailesiyle birlikte yaşıyor. Böyle olunca da yukarıdaki fotoğrafta görüldüğü gibi evler geniş bir avlu içinde birkaç aileyi barındırıyor. Yani büyük babaya bağlı özerk bir yaşam var buralarda...

Mutlaka her evin avlusunda adak için sunaklar bulunuyor. Bunların sayısı ev sahibinin maddi durumu hakkında bilgi veriyor.
Sunaklara dikkat ederseniz hepsi kare bir kaidenin üzerinde yükseliyor. Aynı şekilde, evlerin etrafını da kare şeklinde bir duvar çevreliyor.
Kare şekli burada önemli! Çünkü, karenin dik açılı köşelerinden kötü ruhların dönemeyeceğini düşünüyorlar.
Her gün bu sunaklara palmiye yapraklarından yapılmış kare kaplar içinde yiyecekler konup tanrılara sunuluyor.

Köylerden bir bir geçtikten sonra sırada insanın nefesini kesen ''Jatiluwih Prinç Terasları'' var.
Batukaru Dağı eteklerinden denize kadar inen bu teraslar, UNESO'nun koruması altında. Aslında burada kullandığım ''inen'' kelimesi yanlış oldu. Jatiluwih için; ''denizden gökyüzüne doğru uzanan basamaklar'' deyimini kullansam daha doğru olacak. Çünkü görüntü öyle ihtişamlı ki...
Tamamen organik tarımın yapıldığı bu teraslardan yılda üç kez ürün alınabiliyormuş. Normalde pirincin yetişmesi için gereken zaman dört ay olduğuna göre demek ki buralarda aralıksız tarım yapılıyor. Bu verimde, toprağı zenginleştiren volkanların ve özel sulama kanallarının payı büyük.

Otobüsten indiğimiz yer deniz seviyesinden yaklaşık 700 metre yükseklikte... Denizden gelen sıcak meltem ile serin dağ havasının birleştiği bir noktada burası... Mis gibi kokan havanın yanında huzur veren derin bir sessizlik var.
O gün hava bulutluydu, hafif hafif de yağmur çiseliyordu. Yolun kenarında bulunan kafelerden birine girip bir taraftan kahvelerimizi yudumlarken diğer taraftan bu büyüleyici manzarayı seyretmek, o gün bana tarifsiz tatlar yaşattı.
Yine Tanrı'ma şükrettiğim anlardan birindeydim.

Özellikle güneş batarken Bali'de görülmesi gereken bir yer var ki, biz de Jatuluwih ten ayrıldıktan sonra batıya, deniz yönüne doğru giderek buraya vardık.
Bu bölgede tam yedi tane deniz tapınağı bulunuyor ve her bir tapınak bir sonraki tapınağı gören görüş açısına sahip. Deniz kenarına inci gibi dizilen bu tapınaklar Bali haritasına bakıldığında adanın güneybatısına düşüyor.
Yukarıdaki fotoğrafta yedi deniz tapınağından en muhteşemi olan Tanah Lot görülüyor. Zaten diğer altı tapınak Tanah Lot Tapınağı'nı korumak için yapılmış.
Tapınak, gel git sonucu şekillenmiş bir kayanın üzerinde bulunuyor. Bizim orada bulunduğumuz akşam saatlerinde deniz iyice çekilmiş olduğundan kayalar bariz bir biçimde ortaya çıkmıştı.

Fakat daha erken bir saatte Tanah Lot Tapınağını görmeye gelseydik onu böyle sular içinde yüzer halde görecektik.
Günümüzde ibadet edenler tarafından dolup taşan tapınağa, ibadet edemeyenler giremiyor.
Tapınağın, 16 yüzyılın başlarında yapıldığı sanılıyor. Efsaneye göre deniz kenarında gezen Nirartha çok beğendiği bu kayalık üzerinde bir gece konaklar ve deniz tanrısına yapılacak bir tapınak için en uygun yerin burası olduğunu söyler. Belindeki kuşağı yere atar ve kuşak, yılana dönüşür. Tapınağı kötü ruhlara karşı bu dev yılanın koruyacağını söyler.
Gerçekten de tapınağın altındaki mağaralarda hala yüzlerce deniz yılanının bulunduğu ve Tanah Lot'u onların koruduğuna inanılıyor.

Tanah Lot Tapınağı'nı korumak için yapılmış diğer altı tapınaktan biri... Kemerli bir kayanın üzerinde bulunan tapınak, güneş batarken muhteşem görüntüsüyle cezbedici.

Yoğun geçen bir günün ardından, akşam yemeğini kaldığımız otelde aldık.
Sahnede ise Hintli bir halk ozanının yazdığı ve Hindistan'ın en önemli iki destanından biri olan ''Ramayana'' sergilendi.















Ertesi gün Bali Adası'nın Orta ve Doğu bölgesini görmek üzere yola koyulduk. İlk durağımız, taş oyma işçiliği ile ünlü Batubulan Köyü oldu.
Ancak bu köyün bir ünü daha var; Bali halk dansı olan ''Barong'''un yıllardır burada sahneleniyor olması.
Yerel sazların kullanıldığı canlı müzik eşliğinde, zengin kostümlerin kullanıldığı Barong Dansı, iyi ile kötünün mücadelesini konu alıyor.

Batubulan'dan ayrılıp Bali'de en sevdiğim şehir olan Ubud'a geçiyoruz.
Ubud, Bali'nin en fazla turist çeken kenti, aynı zamanda Bali'nin sanat ve kültür merkezi olarak geçiyor.
1920 yıllarında biri ressam diğeri de müzisyen olan Alman ve Hollandalı iki sanatçı buraya gelip yerleşmiş, Prensten aldıkları izinle 'Pitamaha' isimli bir sanat merkezi kurmuşlar. Ubud'un sanat merkezi olmasında bu okulda yetişen sanatçıların rolünün büyük olduğu söyleniyor.

Yaklaşık üç bin civarında irili ufaklı tapınağa sahip olan Ubud, açık hava müzesi görünümünde...
Bunun yanı sıra çok şık kafe ve restoranların sıralandığı caddelerde turistlere yönelik oldukça lüks butikler de bulunmakta.
Kent deniz kenarında olmamasına rağmen konforlu ve gözalıcı resortlara sahip.
Julia Roberts'in ''Ye, Dua Et, Sev'' filminin Bali bölümü de bu güzel şehirde çekilmiş.

Ubud'dan ayrıldıktan sonra, 11.yüzyılda yapılmış olan bir Hindu Tapınak kompleksi olan ''Gunung Kawi''ye geldik.
Bu tapınakla ilgili bilgilerim bir üst satırla sınırlı; kim, neden, niçin yapmış inanın bilmiyorum. Ben sadece buranın doğal güzelliği ile ilgilendim.
Tapınak bahçesini karşıdan gördüm büyülendim. İçine girdim, neredeyse her köşesini fotoğrafladım. Aklım uçtu.
Bu bahçede dolaşırken kah Hindu oldum, kah havuza girdim, kah en renkli çiçeklerin altına şezlong açtım.

Bir gün öncesinden tapınağa geleceğimizi biliyorduk. Bu yüzden örtünmek üzere hepimiz yanımıza şallarımızı almıştık. Ama gerek kalmadı. Tapınak girişinde bizlere; tertemiz, hatta ütülenmiş, üzerinde fuşya renkli çiçek desenleri olan saronglardan verdiler.
Saronglar, buranın yeşiline ve tapınakların örtüsü olan canlı sarıya öyle güzel uyum sağladı ki...

Tapınaktan çıkıp yola koyulduktan bir süre sonra yine bir cenaze törenine denk geldik.












Halk rengarenk giysileri içinde cenaze evine yiyecek taşıyordu.
Tabii ki törende müzik de eksik değildi.

Bali'de trafik mi tıkanırmış demeyin, tıkanıyor. Trafik yüzünden birkaç saat gecikmeyle;artık güneş batmış, gecenin karanlığı iyice çökmeye başladığı bir zamanda muhteşem diyebileceğim Besakih Tapınağı'na geldik.
Bali'nin en yüksek dağı olan kutsal Agung'un eteklerinde kurulmuş olan tapınak, aynı zamanda Bali'nin en önemli ana tapınağı olarak kabul ediliyor.
Geçmişi en az 2000 yıl öncesine dayanan Besakih Tapınağı, 24 saat ibadete açık. Böyle olunca trafiğin azizliği bu tapınağı görmemize engel olmadı.

Dedim ya tapınak, kutsal Agung Dağı'nın eteklerinde kurulmuş. Böyle olunca gecenin karanlığında, cılız sarı ışıkların ve elimizdeki cep telefonlarının ışığını kullanarak taraça taraça ayrılmış yüzlerce merdiven çıkarak tapınağa ulaşabildik. Ama değdi.

Agung Dağı, volkanik bir dağ ve 1963 yılında patladığında binlerce kişinin ölümüne sebebiyet vermiş. Ancak bu dağın hemen dibinde bulunan Besakih Tapınağı lavlardan etkilenmemiş. Tapınağın birkaç metre yakınına kadar gelen lavlar, tapınağı yalayıp geçince, halk bunun tanrılardan gelen mucizevi bir işaret olduğunu kabul etmiş.
Eğer buraya gündüz vakti gelmiş olsaydık tapınağın bulunduğu yerden okyanusu da görebilecektik. Çünkü bu bölge Bali'nin doğu kısmına düşüyor.











Bali'deki dördüncü günün sabahına neşeyle uyandık. Çünkü tamamen bize ait olan, tembellik yapabileceğimiz tam gün bizi bekliyordu.
O sabah, her ne kadar Bali'nin denizini sevmesem de dinlenmek adına denize girip güneşlenmek iyi bir tercih sayılırdı.

Öğleden sonra eşimle Bali'nin Kuta kentine gitmeye karar verdik. Kaldığımız otelden yaklaşık 30 km uzaklıkta bulunan Kuta'ya taksiyle gidişimiz 10$ tuttu.
1$ yaklaşık 1300 Endonezya Rupisi(IDR) yapıyor. Ancak otellerde para bozdurmak isterseniz 1$=1000 IDR civarında...
Taksiye ödediğimiz ücretten de anlaşılacağı üzere Endonezya'da hayat çok ucuz. Üstelik taksi şoförü aynı paraya üç saat beş saat neyse, bizi bekleyip otele geri götürmeyi teklif etti. Anladığımız kadarıyla taksiye ederinin çok üstünde ödeme yapmıştık.

Kuta, Bali'nin normlarına uymayan çok farklı bir şehir; birçok gece kulübünün sıralandığı caddelerinde çılgın partilerin düzenlendiği, alkollü içeceklerin su gibi aktığı, sırt çantalı turistlerin bol olduğu bir yer.
Hatırlarsanız, 2002 ve 2005 yıllarında İslami gruplar tarafından Bali'de terör saldırıları yapılmış ve bu saldırılarda yüzlerce kişi yaşamını yitirmişti. İşte o bombalı saldırıların yapıldığı kent burası.

Kuta'ya gidip de sahiline inmezseniz olmazmış. Orada bambaşka bir yaşama tanık olduk. Biz bu konuda çok bilinçli değildik. Ana meydanda taksiden indikten sonra her türlü işporta ürünlerin satıldığı pazar yerine girdik ve sonunda yolumuz sahile kadar indi.

Sahilin ağaçlık olan geri bölgesi ucuz yoldan tatil yapmaya çalışan piknikçilerle doluydu. Neredeyse her ağacın altı tutulmuş, plastik sandalyeler şezlonglar açılmış, bir taraftan seyyar satıcılar bu kalabalığa bir şeyler satmaya çalışırken diğer yanda 3$'a duş kuyruğuna girenler vardı. Ama en çarpıcı sahneyi para kazanmaya çalışan Bali'li kadınlar oluşturuyordu.
Fazla mı duygusal davrandım bilmiyorum ama o emekçi kadınların halinden etkilendim.
Örneğin; İri yarı bir erkeğin kulak kirini temizlemeye çalışan, yemek yiyen bir gruba ayak masajı yapan, kumların içinde pervasız bir biçimde yatıp uzanmış turistlere pedikür yapmaya çalışan kavruk esmer kadınlar... ve bunun gibi daha niceleri...

Neyse, bir süre sonra bu kalabalıktan uzaklaşıp başka bir kalabalığın içine, deniz kenarına indik.
Kuta'nın boydan boya beş kilometreyi bulan sahili iğne atsanız yere düşmez türünde bir yer. Özellikle sörf için tercih edilen bu sahilde yine her türden insanı bulmak mümkün.
Kuta'da başka ne yapabilirim derseniz... neredeyse adım başı Bali masajı yapan salonlardan birine girebilirsiniz. Ancak düzgün bir salon bulmak şartıyla... Ne yalan söyleyeyim gördüğüm yerler bana pek güven vermedi. İyisi mi masajı kaldığınız otelde yaptırmanız.
Kuta'da çok şık kafeler var. O gün onlardan birine girip dünyanın en pahallı ve en az üretilen kahvesi olan 'kopi luwak'dan içtik. Kahvenin nereden geldiğini bildiğimden yudumladığım kahve boğazımdan zor geçti ama neticede 'kopi luwak' içtim mi, içtim.

Akşam epey geç bir saatte otele döndük. Yine arap saçına dönmüş bir trafiğe yakalanmıştık. Kendimce ''Bali'de trafik nasıl tıkanır?''olayını biraz geç olmakla birlikte adadaki dördüncü gün çözmüştüm;)
Buralarda yolun ortasında duran bir araba çok rahatlıkla yolcu ya da yük indirip bindirebiliyor. O aracın arkasındaki diğer araçlar ise bir kez bile kornaya basmadan sabırla aracın hareket etmesini bekliyorlar. O kadar sakin ve rahat insanlar. Tabii bu arada araç kuyruğu da uzadıkça uzuyor.
Neyse, sonunda yol açılıyor, biz de otele varıyoruz ama çoğu kişi yemeklerini bitirip sahnedeki dans gösterilerini seyretmeye başladıktan sonra...
Bir sonraki gün erkenden Bali'den Sulawesi Adası'na geçmek için yollarda olacağımızdan, yemekten sonra gruptaki arkadaşlarımız gibi biz de dinlenmeye çekiliyoruz.

SULAWESİ
Gezimizin Endonezya'daki üç adayla sınırlı olduğunu yazımın başında belirtmiştim. İşte bu üç ada arasında beni en fazla etkileyen yer Sulawesi Adası oldu. Etkiledi derken, bunu adayı çok beğendiğim anlamında söylemedim. Ancak, ada; farklıydı, ezber bozandı, garipti, hatta halkı ölülerle fazla haşır neşir olduğundan biraz da ruhaniydi.
Velhasıl, gördüklerimi ve en önemlisi hissettiklerimin ne kadarını buraya aktarabilirim bilmiyorum ama iyisi mi Sulawesi'yi en başından anlatmaya başlayayım.














Sabah çok erken bir saatte, Bali'den -yaklaşık bir buçuk saatlik bir uçuş sonrası- Sulawesi Adası'nın en büyük kenti olan Makassar'a indik.
Kentin ismi, Endonezya'nın doğu adalarını kontrol altında tutmaya çalışan Portekizliler tarafından konmuş ve sömürge döneminden beri bu kentin adı Makassar. Ujung Pandang ise kentin eski ismi ama havaalanında olduğu gibi hala kullanılıyor.
Makassar, iki milyona yakın nüfusu olan büyük bir şehir. Ancak şehri dolaşacak zamanımız yok. Çünkü adanın kuzeyine, daha doğrusu Güney Sulawesi'nin kuzeyine Troja dağlık bölgesine geçeceğimizden önümüzde daha on iki saat sürecek olan bir otobüs yolculuğu var.
Bu yüzden Makassar'da sadece Rotterdam Kalesi'ni ve tarihi limanı görmekle yetineceğiz.
Önce, Rotterdam Kalesi'ne uğruyoruz. Kale, isminden de anlaşılacağı üzere Hollandalılardan kalma gibi dursa da durum tam öyle değil aslında.
İlk olarak 16.yüzyılda Gowa Sultanlığı zamanında ahşap ve çamurdan  yapılan kale (Benteng Makassar), 17.yüzyılda Hollandalıların eline geçmiş ve Sulawesi'de Hollanda kolonyal gücünün merkezi olmuş. Daha sonra taş ve tuğlalarla yenilenen kale II.Dünya Savaşı'nda Japon savaş esirlerinin tutulduğu hapishaneye çevrilmiş.

Kaleye pek benzetemediğim Fort Rotterdam'dan ayrıldıktan sonra tarihi limana gitmek üzere yola çıktık. Bir süre sonra trafik durma noktasına gelince limana kadar yürümenin daha iyi olacağını düşündük.
Alabildiğine sıcak bir havada, 'becak' adını verdikleri araçların arasından, çöp tepelerinin yanından geçerek limana kadar yürüdük.
Yukarıdaki fotoğrafı da bu yürüyüş esnasında çektim.

Tarihi limana varmadan önce bir nehrin üzerinden geçtik. Nehrin denize açılan ağzı iç içe geçmiş ufak teknelerle doluydu.
Genelde Makassar'a yakın olan adalardan gelen bu tekneler, yolcu taşıma ve özellikle adalar arası ticarette kullanılıyormuş.

Bu bağlamda; çevre adalarda yaşayan halk erkenden yola çıkıp başta balık olmak üzere satabilecekleri ürünleriyle Makassar'a geliyor, günlük işlerini halledip alışverişlerini yaptıktan sonra akşam olunca tekrar adalardaki evlerine dönüyorlarmış.

Daha sonra nehrin yanındaki merdivenlerden aşağı inerek köprü altı olarak tarif edebileceğim kısma geçtik. Barınak olarak da kullanılan, her türlü sefaletin yaşandığı bu yerde ironik bir biçimde insanların şen kahkahaları yankılanıyordu.

Az ötedeki tarihi liman ''Paotere the Pinisi''ye geldiğimizde ise hareketliliğin diğer yerlerde olduğu gibi  burada da devam ettiğini gördük.
Nehrin ağzındaki küçük limana kıyasla, burada geleneksel çift direkli ''Pinisi'' adı verilen büyük yelkenli tekneler vardı.
Uzak ada ve ülkelere giden ''Pinisi''ler, Güney Sulawesi'de yaşayan etnik bir grup olan aynı zamanda iyi birer denizci olarak yetişen Bugislerin buluşu olan bir tekne çeşidi.

Makassar'dan ayrılıp adanın kuzeyine doğru yola çıktığımızda kırsal alandaki evlerin çatılarında bulunan çatalımsı işaretler dikkatimi çekiyor. Elbette bu işaretlerin bir anlamı olmalıydı, boşu boşuna yapılmamışlardı. ''Neden'' sorusunu sorduğumuzda ise aldığımız cevaplar şöyleydi;
Bu işaretler; rüzgar estiğinde ruhların sesini getirir, güneş saati olarak kullanılır ve burada yaşayanların ataları uzak denizlerden geldiğinden bu işaret denizcilikle ilgilidir.

Dikkatimi çeken ikinci şey ise belki abartmış olacağım ama neredeyse her üç beş evden sonra gelen, kubbeleri rengarenk olan camilerdi. Ya da onların deyimiyle mescitler.
Bu kadar sık aralıklarla yapılmış, biri diğerine benzemeyen camileri herhalde başka bir yerde görme şansım olmaz diye düşündüm.

Öğle yemeğini Pare Pare kentine bakan tepenin üzerindeki bir balık restoranında aldık.
Makassar'daki tarihi limandan bahsederken Bugis adı verilen etnik bir gruptan bahsetmiştim. Pinisi yelkenlilerini yapan, iyi birer denizci oldukları söylenen Bugislerden...
İşte o etnik gruplar Güney Sulaweside, Makassar ve aşağıda gördüğümüz Pare Pare gibi liman kentlerinde yaşıyorlar. Bizim yerel rehberin dediğine göre de uzak denizlerden buraya gelmişler, büyük ihtimalle Güney Çin'den...
Bugisler, Müslümanlığı kabul ettikten sonra yine bu bölgede bulunan Malaylar gibi İslamın koyu bir takipçisi olmuşlar. Zaten bu kadar çok cami de onların eseri.
Bununla birlikte eskiden kalma animis inançları da hala devam ediyor. Onun için evlerin çatılarına vuran rüzgar ruhların sesini getiriyor ve bu ruhların onları koruduğuna inanıyorlar.

Denize paralel ilerleyen yoldan ayrıldıktan sonra yavaş yavaş dağlık bölgeye girmeye başladık. Aslında Makassar'dan Tana Toroja bölgesine kadar olan yol kilometre olarak on iki saat sürecek kadar uzun olmasa da yolların kötülüğü geç kalmamızda önemli bir etkendi. Tabii bu arada yol kenarında meyve satan tezgahlarda oyalanmak, kahve molası vermek de işin ekstraları oldu.
Karanlık iyice çöktükten sonra Kuzey Toraja bölgesinin başkenti olan Rantepao'ya ulaştık. Kalacağımız otel ise başkentin üç kilometre daha dışında kalan ''Toraja Heritage Hotel''

Otele vardığımızda tek derdim yatıp uyumaktı, bir şey fark etmedim. Ertesi sabah muhteşem bir coğrafyada olduğumuzu anladım.
Önce; horoz, kaz, ördek gibi bilumum çift bacaklıların bağrışıyla uyandım. Uyku sersemi ''N'oluyor, neredeyiz?'' diye odanın balkonuna fırladığımda tepemde duran bir manda başıyla karşılaştım.

Manda başının şaşkınlığını üzerimden attıktan sonra sabahın serinliğinde, sislerin arasında bir görünüp bir kaybolan dağların manzarasına kilitlenip kaldım.
Birden fark ettim ki yanımda kahvem eksik! Sanki bu görüntüler kaçacakmış gibi hızla içeri geçip kahvemi hazırladım.
Bana ait bir zaman diliminin içindeydim artık. Yine Tanrıma teşekkür ettiğim anların birinde...

O gün yoğun bir program bizi beklediğinden kahvaltının hemen ardından yola koyulduk. Yolumuz üzerindeki Tana Toraja'nın başkenti Rantepoa'nın içinden geçtik.
Yukarıda fotoğrafta görülen yer şehrin ana caddelerinden biri.














Bu bölgede yaşayan yerli halka Toraja deniyor.
Daha önce kapalı bir toplum olan Torajalar, ilk olarak 70'li yıllarda batılıların ilgisini çekmeye başlamış.
Güney Sulawesi'deki kıyı şeridinde yaşayan Bugisler gibi uzak denizlerden geldikleri ve atalarının denizci olduğu söyleniyor. Ancak Sulawesi'de Müslümanlık yayıldıkça adanın kıyı şeridinde barınamayıp dağlık bölgeye çekilmişler.
Önceleri animist inanca sahipken daha sonra nüfusun bir kısmı Hristiyanlığı kabul etmiş. İçlerinde Müslüman olanlar da var. Hala animist inanca sahip olanlar da... Ama benim gördüğüm, Endonezya'nın diğer bölgelerinde olduğu gibi burada da dinler, mezhepler, inançlar birbirinin içine geçmiş.

Toraja bölgesinde geleneksel köyler bozulmamış, hala ayakta. Değişik mimariye sahip evler ise sadece bu bölgeye özgü.
Özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında yapılan cenaze törenleri ise başlı başına bir olay. Başrolde ise albino mandalar var.
Bu kısa özetten sonra gezi programını anlatmaya kaldığım yerden devam ediyorum.

İlk olarak, sadece haftada bir gün kurulan hayvan pazarına gidiyoruz.
''Endonezya'ya ya gidip de gezmek için bula bula hayvan pazarını mı buldun?'' demeyin, gittim valla!  Mandalar bu bölge için çok önemli. Buradaki kültürün bir parçası. Birçok aile bu hayvanları alabilmek için yıllarca para biriktiriyor. Hele albino olanlar servet değerinde... Albino mandalara fiyat biçenler ''Ferrariye eş'' deseler de söylenen rakam bana abartılı geldiğinden buraya yazmıyorum.

Endonezya'da bulunduğumuz tarih, cenaze törenlerinin yapıldığı aya denk geldiğinden hayvan pazarı çok canlı. Cenaze törenlerinde kesilmek üzere alınan mandalar ölen kişinin ruhunu öte dünyaya taşıyacak. Hele kesilen hayvan yukarıdaki gibi güzel gözlü pembe bir mandaysa o ailenin hem şanı yürüyecek hem de ölmüş olan yakınları daha hızlı dünya değiştirecek!


Hayvan pazarından sonra hemen yanında kurulan büyük köy pazarına giriyoruz. Bu pazar yerinde her çeşit sebze ve meyveyi bulmak mümkün; özellikle süs biberleri çok revaçta. Pet şişelerin içinde ise palmiye şarabı satılıyor. Yumurtalar iki çeşit; beyazlar bildiğimiz tavuk yumurtası açık yeşil renkte olanlar ise ördek...
Keyifle pazar yerini gezerken beklenen haber geliyor.
Yerel rehberimiz Matthew'den bir gece önce bizi bir cenaze törenine götürmesi konusunda ricada bulunmuştuk. Kendisi de bir toraja yerlisi olan rehber, ''Bu törenler her gün yapılmıyor. Önce bir araştırayım, ben size dönerim'' demişti.
Şanslıydık, cevap olumlu gelince, pazardan cenaze törenine gitmek üzere ayrıldık.

Törenin yapıldığı köye giderken çeltik tarlalarının yanından geçtik.

Cenaze töreninin yapıldığı köye geldiğimizde yağmur çiselemeye başlamıştı. Toprak olan yol, yağmurun da etkisiyle kaygan ve çamurlu bir hale dönünce tören alanına giden yokuşu tırmanmakta zorlandık ama olsun hayatımız boyunca göreceğimiz en ilginç cenaze törenini görmeye gidiyorduk. Yağmur, çamur bahanemiz olamazdı.
Biz de öyle yaptık ve taziyeye giden kalabalığın peşine takıldık.

Tören alanına yaklaştığımızda bambu kazıkların üstünde duran, gelen misafirlerin ağırlandığı, her birinin üstünde numaralar olan locaların önünden geçtik.
Numaraları görünce ''acaba bu tören için davetlilere kart göndermişler midir?'' diye düşündüm. Örneğin; .....'nın cenaze töreni dolayısıyla 59 numaralı bölümde sizleri aramızda görmekten mutluluk duyarız gibi...
Tabii aklıma her geleni soramadım. Sonuçta cenaze evindeydik. İşi sulandırmanın anlamı yoktu, sustum. Ama aklıma daha neler geldi; Örneğin, bu localar tören alanının arka sırasında girişte bulunuyordu. Uzak akraba ve köylerden gelenler burada, yakın akrabalar ise ana meydanda mı ağırlanıyordu?
Aynı düğünlerde olduğu gibi; en yakınlar en önde sahneye yakın, diğerleri arka masalarda...
Düğün dedim de, Torajalar bizim gibi değil. Onların en büyük düğünleri cenazeleri. Bizler çocuklarımızın mürüvvetini görelim, düğün dernek yapalım diye belli birikimler yaparken Torajalar cenaze törenleri için para topluyor hatta büyük borçların altına giriyorlar.

Ana meydana geldiğimde şaşkınlığım bir kat daha artıyor.
Bambu çubuklara bağlanmış çoğu domuz olan onlarca hayvan yerlerde yatmış kurban edilmeyi bekliyor ve bu hayvanlara, alana giren davetlilerle birlikte yenileri ekleniyor.
Meydanın etrafında, girişte gördüğümüz gibi taziyeye gelenlerin oturduğu localar var. Bu sefer locaların üstüne onların geleneksel evleri ''Tangkonan''larda olduğu gibi eğere benzeyen çatı bölümü eklenmiş. (Tangkonan evlerine daha sonra döneceğim.)


Meydanın tam karşısında tek bir tangkonan var. Ölen kişinin tabutu buraya, üst kısma yerleştirilmiş. Tabutun üstünde de ölen bayanın fotoğrafı bulunuyor.
Tabutun alt tarafındaki bölümde aile oturuyor ve aile locasının hemen önünde öleni temsilen giydirilmiş bir maketi duruyor.
Bu aile locasının hemen yanındaki yere bizi buyur ettiler. Porselen fincanlarda çay ikram ettikten sonra ailenin en büyük oğlu yanımıza gelip cenazeye  katıldığımızdan dolayı mutlu olduğunu söyledi. Öğrendiğime göre tören ne kadar kalabalık olursa o kadar makbulmüş.

Cenaze evine hediye gönderilen kurbanlar sprey boyayla üzerleri numaralandırılarak sayılıyor. 138. domuzu bizim önümüzde işaretleyip saydılar. Bu sayı daha kaça kadar gitti bilmiyorum.
Elinde mikrofon tutan bir diğer adam ise hayvanları gönderen ailelerin isimlerini anons ediyor. Bu ara, anonsla iş bitmeyip hediyeleri kayıt altına alan üç kişi daha var. Üstüne bir de kamera çekimi yaparak iş sağlama alınıyor.
Bu kayıt işlemleri önemli çünkü daha sonra akrabalarının cenazesine aynı değerde hediye gönderilmesi gerekiyor.


Cenaze törenine her katılanın hediyesi elbetteki kurbanlık hayvan olmuyor. Ama sigara ve şeker getirmek gelenekten...
Sonra, başlarında konik şapkaları olan yaşlılar önde, genelde koyu renk giysileri tercih eden yerli halk arkada sıraya girerek taziyede bulunmak üzere sessizce ev sahibi ailenin önünden geçiyor.

Özel tören giysileri içindeki kadınlar da cenazenin önünden geçerek meydandaki yerlerini alıyor.
Bir süre sonra alana mandalar giriyor. Bunlar, en aşağı on altı tane manda kesmek zorunda olan cenaze sahibinin kurbanları...
Ne kadar çok manda ve hayvan kurban edilirse o kadar iyi. Çünkü kurbanlar ölen kişiyi hızla öbür dünyaya geçiriyor ve bu hayvanlar öte tarafta onun malı oluyor.

Söylenen şarkılarda öbür dünyanın ne kadar güzel olduğu anlatılıyor. Sonra, meydanın bir köşesinde, erkekler bir araya gelerek bizim halayımıza benzer ama daha ağır hareketlerle dans etmeye başlıyorlar. Hemen onların yanında, geleneksel tören kıyafeti içindeki kadınlar onlara eşlik ediyor.

Öte yandan, mavi saten bluzlarıyla bir örnek giyinmiş bayanlar yemek servisi yapıyor.
Her şey öylesine ahenk içinde yürüyordu ki; telaşesiz, göz yaşı olmadan, şarkılar söyleyerek...

Sonunda, tören yerinden ayrılırken makyaj yapmış, rengarenk yas gerdanlığı takmış olan ailenin genç kızları tüm şirinlikleriyle bizleri uğurluyor.
Bir kısmına tanık olduğumuz bu tören en aşağı üç gün daha sürecek.
Küreselleşen dünya gelenek ve görenekleri her geçen gün daha çok törpülerken alışageldiğimizin dışında hayatların hala var olduğunu görmek, kısa da olsa onlarla aynı ortamı paylaşmak güzeldi.

Aslında işin en ilginç kısmını daha anlatmadım. Şimdi ona geliyorum.
Torajaların geleneklerine göre, kişi öldüğünde hemen gömülmüyor. Bir süre daha aileyle birlikte aynı evde kalmaya devam ediyor. Ona bir oda ayrılıyor ve ölen kişi hasta olarak kabul ediliyor.
Bizdeki gibi nasıl hasta ziyaretine gidilir, Torajalar da ölmüş olan ancak hasta kabul ettikleri yakınlarına yemek götürerek onu ziyaret ediyorlar.
Bu hastalık durumu daha ne kadar sürüyor derseniz... Cenaze törenleri Temmuz ve Ağustos aylarında yapıldığından, bir kere cenazenin kaldırılması için bu aylara kadar beklemek gerekiyor. Para biriktiremeyenlerin cenazeleri ise bir sonraki yıla ya da daha sonraki yıllara kalıyor.
Ne zaman ki tüm şartlar yerine geliyor, işte o zaman evdeki hasta günlerce sürecek olan şenliklerle ebediyete uğurlanıyor.
Torajalarda farklı bir mezar anlayışı var. Yukarıda da dediğim gibi insanın ezberini bozan bir ada burası.
Konu çok iç açıcı değil ama Torajaların mezarlık adetlerinden yazımın ilerleyen bölümlerinde bahsedeceğim.

Cenaze töreninden ayrıldıktan sonra yemyeşil orman ve çeltik taraçaları arasından geçerek 'Batutumongo' dağlık bölgesine geliyoruz. Ancak buraya gelmekteki asıl amacımız geleneksel Toraja evlerinin olduğu Palawa Köyü'nü görmek.

Geleneksel Toraja evlerine 'Tangkonan' deniyor. Anlatımımdan yanlış anlaşılmasın bu evler sadece ziyaret ettiğimiz birkaç köyle sınırla değil.
Nüfusları yaklaşık 450 bini bulan Torajalar, hala Ata mirası olarak kabul ettikleri bu tarz evleri kullanıyor. Aynı zamanda Tangkonanlar onların soyadları gibi; soylarının nereden geldiğini ait olduğu Tangkonan belirliyor.
Ancak bazı köylerin yüzyıllık geçmişleri olduğundan, buralar koruma altına alınmış ve turistlerin ziyaretine açılmış.
Ziyaret ettiğimiz Palawa köyü de onlardan biri.

Tangkonan evlerinden bahsediyordum. Daha önce eşi benzerini görmediğim gerçekten çok ilginç evler bunlar. İlk gördüğümde hemen fotoğraflamaya kalktım; sandım ki başka göremem. Ama öyle değilmiş. Her Toraja'nın ait olduğu bir Tangkonan'ı varmış.
Kalın ağaç kütüklerin üzerine oturtulmuş büyük bir kayık düşünün bu evler aynı öyle... Atalarının denizci olduğunu ve uzak denizlerden buraya göç ettiklerini söylüyorlar. Evler eski günlerin anısına mı kayığa benzetilmiş bilmiyorum ama bu evleri eğere ya da mandanın boynuzuna benzetenler de var.
Ancak neye benzerse benzesin şu bir gerçek ki bu evler onlar için çok kutsal ve aile birliğini temsil ediyor. Aynı çocukları gibi ya da onurları... o yüzden bu evler satılık değil.
Yeni bir eve ihtiyaç olduğunda ise, evlerin yapımı zor olduğundan köy halkı el ele verip bir yenisini yapıyor. Aralarındaki bağ ve yardımlaşma imrenilecek seviyede...
Bazı evlerin önündeki direklere yukarıdan aşağıya kadar onlarca manda boynuzu asılmış. Ne kadar boynuz o kadar kurban edilen manda demek. Aynı zamanda boynuzlar, prestij ve zenginlik ölçüsü...

Sonra, dik ve dar merdivenleri tırmanarak Tangkanon evlerinden birine giriyorum. Tamamen ahşap olan evin içi, dışı gibi gösterişli değil.

Köyden ayrıldıktan sonra başkent Rantopao'ya on kilometre uzaklıkta bulunan Lemo'ya geliyoruz. Lemo, kaya mezarlarının olduğu bir yer.
Torajalar, ailenin sosyal statüsü ve maddi durumuna göre cenazelerini çoğunlukla ya bir mağaraya bırakıyor ya da oydukları kayaların içine yerleştiriyorlar.

Birçok yerde kaya mezarı gördüm ama böylesini ilk kez görüyorum. ''İlahi Torajalar burada da yapmışlar yapacaklarını'' diyorum.
Sebebine gelince, kaya mezarlarının olduğu yerlere nişler yapan Torajalar bu nişlere de ahşaptan insan heykellerini yerleştirip sonra da bunları bir güzel giydirmişler. Bu heykellere de ''tau tau'' ismini vermişler.
Rengarenk elbiseleriyle mezar soyguncularına ve kötü ruhlara karşı mezarları koruyan tau taular, ne hikmetse bunlara yüksek ücret ödeyen turistlere satıldıklarından kendileri çalınmaktan kurtulamıyor.

Cenaze töreni, mezarlıklar derken, daralan ruhumuza muhteşem manzaralı restoranda aldığımız yemek iyi geliyor. Hele yemeğin arkasından içtiğimiz kahvenin değeri ölçülemez.
Ancak gün daha bitmedi ve hala Toraja diyarındayız. Hal böyle olunca da ruhlar alemindeki gezintimiz bitmedi, devam ediyor.

Bu sefer başka bir bölgeye, Suaya'ya geliyoruz. Burada bulunan kaya mezarlığı çok eski, 700 yıllık olduğu söylenen mezarlar o devrin kral ve kral ailelerine ait.
Burada da 'tau tau'lar var. Ölen kişiye birebir benzetilerek yapılan bu heykellerin yirmi beş yılda bir yenilendiğinden yukarıda bahsetmiştim.
Gerçi, ahşaptan yapılmış heykellerin elbiseleriyle birlikte bunca yağmur ve güneşe maruz kalmalarına rağmen hala ayakta kalmaları çok inanılır gibi gelmese de bu ülkede gördüğüm, anlamını çözemediğim çok şey gibi bunu da soru işaretleriyle dolu dağarcığıma atıyorum.

Neyse, bizler böyle hayran hayran mezarlığa bakar, 'tau tau'ları incelerken kayaların üzerinden boyu iki metreye yakın bir yılan tok bir ses çıkararak önümüze düştü. Düştüğü gibi de hızla yeşilliklerin arasına girip gözden kayboldu. Son anda onun bir fotoğrafını çektim ama o benden hızlı olduğu için ancak kuyruğunu yakalayabildim.
Sonunda, yılan gerçeği tau tau kültürünün önüne geçti ve mezarlıkta daha fazla oyalanmanın akıllıca olmadığını düşünerek oradan ayrıldık.

Zaten bulunduğumuz coğrafyaya eğik gelmeye başlayan güneş ışınları akşamın yaklaşmakta olduğunun habercisiydi. Aynı zamanda fotoğraf çekmek isteyenler için de günün en kıymetli anları...
Biz de bu güzelliği kaçırmadık. Peş peşe çektiğimiz fotoğraflardan sonra otelimize döndük.

 Ertesi gün Sulawesi'nin başka bölgelerine geçtik ama mezarlar orada da peşimizi bırakmadı. Yukarıdaki fotoğraf vadiye dağılmış olan kayaların nasıl mezara dönüştürüldüğünü gösteriyor. Kayaların üzerinde de 'tau tau'lar yerine sembolik 'tangkonan' evleri yerleştirilmiş.














Bu seferki bir bebek mezarlığı ama banyan ağacının içinde...
Torajaların geleneklerine göre dişleri çıkmadan ölen bebekler melek kabul ediliyor ve onlar gömülmüyor. Bunun yerine banyan ağacının gövdesi oyularak içine bebek yerleştiriliyor sonra oyuğun ağzı balmumu ve doğal liflerden yapılmış bir yama ile kapatılıyor.
Ağaç büyüdükçe bebeği sarıp sarmaladığına ve böylece o ağaçla birlikte bebeğin de yaşadığına inanılıyor.














Burası ise, kayalık yamaçta asılı duran tabutlarıyla yine ilginç mezar yerlerinden biri... Doğanın ve zamanın tahrip edici etkisine dayanamamış olan tabutlar parçalanmış içindeki kemikler sağa sola saçılmış.
Yamacın yanındaki merdivenleri, yukarıda bulunan mağara mezarı görmek için tırmanırken kırılmış tabutların yanından geçiyoruz, insan kemikleri yerlerde... yaşayanlar ölmüş hemcinslerine saygısız değil ama tepkisiz... Ölüm bu adada ne kadar normal bir şey!

O gün sadece mezarları değil, birbirinden güzel köyleri,

çeltik tarlalarını ve tarladaki pirincin her halini gördük.

Uçsuz bucaksız çeltik tarlaları arasında dolaşırken bu sefer antik bir köye; Kete Kesu'ya uğradık.
Köyün tarihi 400 yıldan çok daha eskilere gitse de bilinen bir gerçek vardı ki, 400 yıldan bu yana köyün değişmeden günümüze kadar gelmiş olması.
Karşıdan bakıldığında hayalet köyü andıran Kete Kesu,

içine girildiğinde hiç de öyle değildi. Yirmiye yakın ailenin yaşadığı köyde tangkonan evlerinden biri de müzeye dönüştürülmüştü.
Kete Kesu ismi, pirinç kesmekten bıktık anlamına gelen bir tür protestodan kaynaklanmış. Çünkü Kete; kesmek, Kesu; çömelerek yürümek anlamında...

O gün çeltik tarlaları, geleneksel köyler, mezarlar derken Sulawesi'nn farklı bölgelerine şöyle bir göz attık.
Akşama doğru otobüsle gidip gelirken içinden geçtiğimiz ama inip de gezemediğimiz Rantepoa'ya uğradık.
Yerel taşıt 'becak'lara binip şehrin ana caddelerinde dolaştık. Bunun karşılığı ödediğimiz ücret sadece 1$'dı.
Alışveriş yapabilir miyiz diye birkaç dükkana girip çıktık, almaya hevesli olmamıza rağmen dişe dokunur bir şey bulamadık.
Ertesi gün, geldiğimiz yoldan tekrar geri Makassar'a gitmek üzere, gece yarısı uyanıp yollara düştük. Dönüş yolu molaların azlığından olsa gerek daha kısa sürdü.
Öğleden sonra Makassar'daki Sultan Hasanuddin Havaalanı'ndan Java Adası'na gitmek üzere Sulawesi'den ayrıldık.

JAVA
İki saatlik uçuştan sonra Java'nın güneyine, adanın en eski yerleşim bölgelerinden biri olan Yogyakarta kentine indik. İner inmez de motosiklet ağırlıklı yoğun bir trafiğin içine düştük.
Gerçi o gün Yogyakarta'da kalmadık, kısa sürede trafikten sıyrılıp şehrin dışına, Yogyakarta'ya 40 km uzaklıkta bulunan Borobudur'a doğru yola çıktık.

Yolda giderken Merapi Volkanı'nın 2010 yılında patlaması sonucu harap olmuş yerleşim yerlerinden geçtik. Dünyanın en aktif yanardağlarından biri olan Merapi'ye rağmen, halk hala toprağı verimli diye bu bölgede yaşamaya devam ediyor.
Akşama doğru, kalacağımız otel Manohara'ya geldik. Borobudur sit alanı içine yapılmış olan otelin konumu çok iyi.
Yemekten sonra otelin bahçesinde gördüğümüz güler yüzlü, sevimli bir müzisyen bize ninni gibi gelen, uykuya olan ihtiyacımızı iyiden iyiye hissettiren ezgileri peş peşe çalıyor. Kolay değil gece yarısından beri yollardayız. Artık uyku zamanı.
Ertesi sabah, bir önceki gün gibi yine şafak sökmeden kalkacağız. Eğer şansımız yaver giderse Borobudur'a doğan güneş bize de yüzünü gösterecek!

Birkaç saatlik uykunun ardından zifiri karanlıkta, yerel rehber İmam'ın bize verdiği safran rengi sarongları belimize takıp elimizdeki fenerlerin yardımıyla Borobudur Tapınağı'na doğru yürüyüşe geçiyoruz.
Dediğim gibi kaldığımız otel Borobudur sit alanının içinde bulunduğundan tapınağa yürüyerek kısa sürede ulaşmak mümkün.

Tapınağa geldiğimizde hava hala zifiri karanlıktı. Fenerlerin ışığında basamakları birer ikişer tırmanarak tapınağın en tepe noktasına kadar çıktık. Yönümüz doğuya dönük, elimizde fotoğraf makineleri, huşu içinde; ha şimdi, ha birazdan diyerek sabırla güneşin doğuşunu bekledik ama nafile!
Dünyanın birçok yerinde karşıladığım güneş, bu kez yoğun sis perdesini aşıp bize ulaşamadı.

Ortalık aydınlanmaya başladıkça Budistinden Müslümanına, yaşlısından gencine, siyahından beyazına her milletten insanın burada toplandığını gördüm.

BOROBUDUR... Okuduğum bir metinden etkilenip yıllardır görmek istediğim tapınak!
Yeryüzünün en eski, tek parça olarak bakıldığında en büyük Budist merkezi... UNESCO'nun Dünya Mirası Listesi'nde...

Dev bir tepenin üzerinde bulunan tapınağın yapımı, VIII.yüzyılda, Sailendra Hanedanlığı döneminde başlamış. Fakat kaç yılda tamamlandığı hakkında görüş birliği yok. Bazı bilim adamları 50 yıl derken bazıları da 200 yıldan bahsediyor.
Neyse, sonuçta yapımı birkaç kuşak süren tapınak tamamlanmış. Ancak tamamlanır tamamlanmaz da burada yaşayan halkın bilinmeyen nedenlerden dolayı yöreyi terk etmesiyle derin bir sessizliğe gömülmüş.

Bu yalnızlığın ve sessizliğin üzerinden bin yıl geçer. Tapınağın üzeri toprakla örtülmüş ve tropik orman bu muhteşem yapıyı bir güzel sarıp sarmalamış.
1814'te Java'ya atanan İngiliz vali Sir Raffles, -aynı zamanda Singapur'un kurucusu olan kişi- Borobudur tepesinin altında bir şeyler olduğunu keşfeder. Önce Yogyakarta'lı asiller sonra İngilizler 'cangıl'ın orta yerindeki bu taş yığınlarıyla ilgilenmeye başlarlar.
Bir süre sonra devreye Hollandalı arkeologlar girer ve restorasyon çalışmaları başlar, ancak böylesi bir anıtı ayağa kaldırmaya hiç birinin gücü yetmez.














Ne zaman devreye UNESCO girer, uluslararası bir kampanya başlatılır ve on yılda, milyonlarca dolar harcanarak tapınak bugünkü haline kavuşur.
Restorasyonda kullanılan taşların çoğunun orijinal olduğu söyleniyor. Hatta zaman içerisinde çevre evlerin yapımında kullanılan tapınak taşları, yerlerinden sökülüp tapınakta ait oldukları yerlere konmuş. Orijinal olmayan taşlar ise sol üstteki fotoğrafta görüldüğü gibi beyaz bir noktayla işaretlenmiş.

Borobudur'un mimarisi Budizm ve Hinduizmde evreni temsil eden ruhsal ve ritüel bir sembol olan Mandala'ya göre tasarlanmış.
Mandala, en basit anlamıyla daire ya da çember demek.
Borobudur Tapınağı'na yatay planda bakıldığında, 6 kare dış teras üzerinde, daire şeklinde 3 teras ve merkezde bulunan ana stupa ile evreni temsil eden bir 'mandala' olduğu görülüyor.

Budizm'de üç dünya var. İlki geçici zevklerin, şehvetin, güncel zevklerin olduğu dünya...
İkincisi, insanoğlunun dünyevi zevklerden arınıp meditasyona yönelmesi ama yine de maddenin var olduğu bir dünya...
Üçüncüsü ise, aydınlanmanın ve mükemmelliğin dünyası ve bunun sonucunda ulaşılan yer; Nirvana...

İşte, Borobudur Tapınağı'nın katları bu üç dünyayı simgeliyor; en alt katlar birinci dünyayı simgelerken, gittikçe yükselen katlarla birlikte ruh maddenin önüne geçiyor.
Kuralına göre yapılırsa; tapınağın ilk katından itibaren saat yönünde bir tur attıktan sonra basamaklarla bir üst kata çıkılıyor. Burada da aynı şekilde yine saat yönündeki turdan sonra yine bir üst kat derken, döngü tüm katlarda böyle sürüyor.
Her katın duvarında ait olduğu dünyaya dair fantastik öykülerin anlatıldığı kabartmalar yer alıyor. Genelde maddeyi simgeleyen alt katların duvarları daha yüksek ve kasvetli.
Ters dönmüş çanların yani stupaların olduğu son üç kat ise spiritüel yaşamı simgeliyor. Artık burada kabartma da yok, hikaye de... hatta kasvetli yüksek duvarlar da...

Dairesel bu üç kat Nirvana'nın kendi içindeki evrelerini betimliyor. Nirvana bölümünün birinci katında 32 stupa varken bir kat daha yükseldiğimizde stupa sayısı 24'e düşüyor. Bir kat sonra daire daha da küçülüyor burada 16 stupa var.
Stupaların üzerinde baklava dilimi gibi kesilmiş delikler var. Bu deliklerden içeri bakıldığında Buddha'ya ait birer heykel görülüyor.
En zirvedeki stupa hepsinden de büyük oraya hiç kimse çıkamıyor. O stupada şekil yok, delik yok, dümdüz.
İşte en son ulaşılması gereken yer orası, Nirvana!












İşte Borobudur...
Kocaman bir tepenin üzerine oturmuş dünyanın en büyük belki de en muhteşem Budist tapınağı... Tapınağın etrafı, yeşilin bin bir türünü barındıran tropik bir orman... Ormanın bittiği yerde yükselen dağlar...

Tapınak gezisinden sonra kahvaltı etmek ve dinlenmek üzere tekrar otele dönüyoruz.

Öğleden sonra yine UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde olan, Yogyakarta'ya 17 kilometre uzaklıkta bulunan Parambanan Tapınak kompleksine geliyoruz.
Burası Endonezya'daki en büyük Hindu tapınaklarından biri ama benim aklım hala Borobudur'da...
Öyle ki, Parambanan'a gelene kadar iki tapınak ziyareti daha vardı. Ancak Borobudur'dan sonra buralar beni kesmez deyip, tapınaklara uğramadan kendimi alışverişe verdim.
Fakat Parambanan görülmeden geçilecek tapınaklardan biri değil, gerçekten büyüleyici...

9.yüzyıl Hindu kültürünün başyapıtlarından biri olan 'Parambanan Tapınağı' yaratıcı, hükmedici ve yok edici üç yüzlü ilah olarak betimlenen Trimurti'ye adanmış.
Buradaki tapınakların kaderinden midir bilinmez, Parambanan Tapınağı'da yapıldıktan bir süre sonra Java'ya Müslümanlığın gelmesiyle birlikte Hinduların bu bölgeden ayrılmasıyla aynı Borobudur gibi sessizliğe gömülmüş.

Daha sonra 16.yüzyılda meydana gelen kuvvetli bir deprem Parambanan Tapınak kompleksine büyük zarar vermiş.
1937'de restore edilen tapınağı bu sefer 2006'da yaşanan deprem vurmuş. Arkasından 2010 yılında patlayan yanardağ da deprem felaketinin üstüne tuz biber ekmiş.
Gördüğümüz kadarıyla tapınakta tekrar restorasyon çalışmaları başlamış. Birçok yerde zarar gören binalara ait taşlar gruplandırılıp ayrıştırılmış, birleştirilmeyi bekliyor.

Akşam Yogyakarta'ya geri döndük. Kaldığımız otel, Melia Purosani...

Ertesi sabah Yogyakarta'daki ilk durağımız, Kraliyet Sarayı...
Sarayı anlatmadan önce Yogyakarta'nın 'Özel Bölge' statüsünde olduğunu söylemeliyim. Yani, Endonezya sınırları içinde monarşiyle yönetilen tek bölge burası.
Neden böyle olduğuna gelince;
1945-1949 arası Endonezya'da 'Ulusal Devrim'in yaşandığı yıllar... 1945 yılında bağımsızlığını ilan eden Endonezya'yı tanımayan Hollanda, başkent Jakarta'yı işgal eder. Hal böyle olunca başkent, Jakarta'dan Yogyakarta'ya taşınır.
Endonezya, 1950'de bağımsızlığını kazanınca başkent tekrar Jakarta'ya taşınır, ancak 'Ulusal Devrim' süresince merkezi hükumete yardım eden Yogyakarta Sultanı'nın iyilikleri unutulmaz.
Bu nedenlerden dolayı Yogyakarta'ya özel bir ayrıcalık tanınır. Sultan tahtında kalıp bu şehri yönetmeye devam eder, aynı zamanda maaşı Endonezya devleti tarafından ödenen 'şehrin valisi' ünvanını da taşır.

Günümüzde, sarayın müzeye dönüştürülen bölümleri gezilebiliyor. Ziyaretçilerin giremediği bölümlerde ise Sultan, ailesiyle birlikte yaşamaya devam ediyor.
Erkek çocuğu olmayan sultanın beş kızı var. Tahtın bundan sonraki varisinin kim olacağı henüz bilinmiyor ancak iki ihtimal var; ya sultanın en büyük erkek torunu ya da sultanın erkek kardeşi tahta geçecekmiş.

Saray, öyle düşündüğümüz gibi ihtişamlı bir yer değil. Temiz tutulmaya çalışılmış ama eşyaların çoğu eski...
Görevliler geleneksel kıyafetleriyle çalışıyor. Fotoğrafta görüldüğü gibi, bayan görevli dahil çalışanların hiçbiri sarayda ayakkabı giymiyor.

Sarayı bize gezdiren görevli, burada bin tane muhafızın çalıştığını söyledi. Çalışanların gönüllü olduğunu, ek bir ücret talep etmediklerini ve böyle bir görevin onları onurlandırdığını belirtti.
Haftanın iki günü dönüşümlü olarak çalışan gönüllü muhafızların ayrıca dışarıda başka işleri de varmış.

Yukarıdaki fotoğrafta Ramazan'da toplanan zekat ve fitreleri hesap eden saray muhafızları görülüyor. Başta anlamadım, ''gerçekten çalışıyorlar mı, yoksa biz turistlere gösteri mi yapıyorlar'' diye sordum. Sonradan öğrendim ki gerçekten çalışıyorlarmış.
Bana göre sarayın en ilginç figürleri, yerel kıyafetler içinde çıplak ayakla dolaşan bu gördüğümüz muhafızlardı. Onun dışında fazla bir özelliği olmayan saraydan bu kadar bahsetmek yeterli diye düşünüyorum.

Saray çıkışı Sultana ait olan 'Su Kalesi'ne yani ''Taman Sari'' ye gidiyoruz. Yürüyerek aldığımız bu yol, tarihi yapılarıyla sarayın bir uzantısı gibi... Ancak bizim İstanbul'daki suriçi semtlerinde olduğu gibi burada da tarihi yapılar ile metruk evler birbirinin içine girmiş.

Çamaşırların sokaklara sarktığı, teneke kutularda çiçeklerin yetiştirildiği, kapı önünde çocukların oynadığı, kedi, köpek, tavuk gibi bilumum hayvanın bol olduğu bu mahallelerden geçiyoruz.














Sonra karşımıza ilginç bir yapı çıkıyor, şöyle ki;
Birkaç koldan merdivenlerle inilen geniş bir kuyu düşünün ve bu kuyunun kemerlerle bölündüğünü... Sonra bu kuyuya açılan dehlizleri, bu dehlizlerin de küçük pencerelerinin biraz önce bahsettiğim o mahallelere baktığını...
Endonezya'nın o sıcağında nefes alınacak nadir serin yerlerden biri olan bu yapı, İslamiyetten önce meditasyon merkezi, daha sonra da cami olarak kullanılmış.
Bir efsaneye göre de dönemin sultanı meditasyon yapmaya buraya gelir ve ruhlar aleminin kraliçesiyle burada buluşurmuş.
Sağ üstteki fotoğrafta yer alan bayan ise dehlizleri gezen bir yerli turist. Her Endonezyalı gibi o da fotoğraf çektirmekten çok hoşnut.

1758 yılında Portekizli bir mimara yaptırılmış olan daha sonra Hollandalıların ''Su Kalesi'' adını verdikleri Taman Sari...
Sultanın dinlenmek için kullandığı Taman Sari'de ön taraftaki havuz cariyeler için yapılmış. Sultan beğendiği cariyeye çiçek atar, çiçeği alan cariye de sultanın yanına gidermiş. Arka taraftaki havuzda ise sultanın kızları yüzermiş.
Yukarıda anlattığım; Sultanın sarayı, yeraltı camisi ve bu su kulesi... hepsi bir bütünün parçaları ama ne yazık ki sanki birbirlerinden ayrı yapılarmış gibi pazar yerleri, evler ve dükkanlar tarafından işgal edilmiş.

Yogyakarta, Java ya da Cava etnik nüfusun yoğun olduğu bir bölge ve Java kültüründe de batik, en önemli el sanatlarından biri.
Biz de batik nasıl yapılır görmek için hem imalat hem de satış yerinin olduğu bir işletmeye geliyoruz.
Meğer 'batik' deyip geçmemek gerekirmiş. Ben bu işin bu kadar meşakkatli olduğunu bilmiyordum.
Bir düşünsenize desen, beyaz renkteki kumaşın tümüne kurşun kalemle çiziliyor. Sonra desenler balmumu ile çerçeveleniyor ve aşama aşama boyaya alınıyor. Her seferinde boyanması istenmeyen desen bölümleri balmumu ile kapatılıyor, tek renkteki boyama işi bitince kumaştaki balmumu eritiliyor. Sonra aynı işlem başka renk boyamada kullanılıyor. Yine kapat, boya, erit derken iş bununla kalsa yine iyi, bu sefer aynı işlem kumaşın arkasına da uygulanıyor.

Sonuçta dikildikten sonra satışa sunulan, batikten yapılmış kıyafetler Endonezya'da çok rağbet görüyor. Özellikle bayram ve düğünlerin seçkin kıyafetleri batik kumaştan yapılıyor.

Öğle yemeğini, ağır klasik mobilyalarla döşenmiş bir restoranda alıyoruz. Sanki saray odalarından birindeyiz.

Öğleden sonra Yogyakarta'nın ünlü caddesi Malioboro'ya çıkıyoruz.
Fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere çok canlı ve gezmesi de bir o kadar zevkli olan caddenin sağı solu dükkanlarla dolu. Hem de ne doluluk, tezgahlar kaldırımlara taşmış.
El sanatı ürünlere rahatlıkla ulaşabileceğiniz Malioboro'da çok düşük fiyatlara alışveriş yapmak da olayın bir başka boyutu...
Alışverişten sıkılırsanız ki, bu benim için mümkün değil, faytonlardan birine binerek ya da bir 'becak'a atlayıp caddede tur atabilirsiniz.

Akşam, 38.yaşlarını kutlayan Ramayana Ballet- Purawisata topluluğunun danslı, müzikli gösterisini izlemeye gidiyoruz.
Gösteri yemekli ve yemek, oyun sahnelenmeden önce amfitiyatronun da içinde yer aldığı parkta açık büfe olarak alınıyor. Dünyanın değişik bölgelerinden gelen turistlerle birlikte kalabalık bir ortamda yenen yemeklerin oldukça lezzetli olduğunu söylemeliyim.














Ertesi sabah saat 7'de Mojokerto'ya gidecek olan Sancaka trenine yetişiyoruz. Koltuk araları geniş olan trenin soğutma sistemi de iyi çalışıyor. Üstüne, geçtiğimiz yerlerin manzarası da güzel olunca dört saatlik yolun nasıl geçtiğini anlamıyorum.
Endonezya'da yol ağı zayıf. Bir yerden bir yere gitmek için bazen fazladan yol katetmek gerekiyor. Adanın doğusunda bulunan Mojokerto'ya karayolundan ulaşım on iki saat sürdüğünden dolayı dört saatlik tren yolculuğu, bize oldukça büyük avantaj sağlıyor.

Dediğim gibi Mojokerto'ya yolu kısaltmak için geliyoruz. Asıl amacımız Bromo Volkanı'na gitmek. Ancak oraya da gitmek öyle kolay değilmiş, kaç tane taşıt değiştirmek zorunda kaldık.
Yukarıda yazmıştım önce trene bindik. Sonra, bir gece önce valizlerle Yogyakarta'dan yola çıkan otobüsümüz Mojokerto'dan bizi aldı, onunla yola devam ettik. Otobüsümüz dik dağlara tırmandıkça boğulup bizi yollarda bıraksa da -otobüsü bir itmediğimiz kaldı- sonunda bizi devralacak minibüslere kadar getirdi. Yolun bundan sonrasını istesek de otobüsle gidemezdik. Çünkü, otobüs girişinin yasak olduğu çok dar ve dik yollara girdik. Bindiğimiz minibüsler de külüstür mü külüstürdüler ama olsun, bizi otele kadar yetiştirdiler.














Bromo Tengger Semeru Ulusal Parkının içindeki otelimiz ''Java Banana''ya geldiğimizde akşam olmuştu.
Otele girer girmez gözüme birbirinden güzel ürünlerin satıldığı dükkanlar ilişti. İşte o andan sonra ne günün yorgunluğu kaldı ne de midemin açlığı... Keşke tüm alışverişimi buradan yapsaymışım diye hayıflandım.

Ertesi sabah saat 3'de uyandık. 2750 metre yüksekliğindeki Penenjakan Dağı'ndan güneşin doğuşunu izleyecek sonra da Bromo Volkanına tırmanacaktık.
Otelin önünde bizi bekleyen 4x4'lere bindik. Gittiğimiz yol, bir önceki yola göre daha dar ve virajlı olunca -bırakın otobüsleri minibüsler bile bu yola giremezdi- herkes bizim gibi 'jeep'lere binip gelmişti.
Belli bir yerden sonra 4x4'lerin de giremediği bir noktaya geldik. Bundan sonra geriye kalan iki kilometrelik yolu ya motosikletle ya da yürüyerek alacaktık. Yürümeyi tercih ettik.

Bu sefer yürürken sabahın ayazı vurmaya başladı. Yola çıkmadan önce dağa çıkacağımızı biliyordum bilmesine de, yaz sıcağında kalın montları valize koymaya elim gitmemişti.
Neyse sonunda onun da çaresini bulduk. Benim gibi hazırlıksız yola çıkanların açığını avantaja çeviren bir kısım seyyar satıcı imdadımıza yetişti. Elinde onlarca mont olan satıcıdan, kim bilir kimlerin üzerinden çıkmış olan bir montu 5$'a kiraladık.

Sonra, güneşin doğuşunu en iyi izleyebileceğimiz bir noktada beklemeye başladık. Güneş, kızıllığın gittikçe arttığı bir anda grubun ıslık ve alkışlarıyla neşeli bir ortama doğdu.

Güneşin doğuşunu izlediğimiz terasın tam tersi istikametinde, karanlıkta göremeyip güneş doğduktan sonra karşımıza dikilen bu manzara belki de görüp görebileceğim en egzotik manzaralardan biriydi.
Fotoğrafın içindekiler ise; Bacası tüten volkan; Bromo... Bromo Dağı, ismini Hint tanrısı Brahma'dan almış.
Bromo Volkanı'nın arkasındaki en yüksek dağ ise aktif olan Semeru Volkanı...  Bu volkan 3676 metre yüksekliğiyle Java Adası'nın en yüksek dağı. Bu yüzden Semeru Volkanı'na ''Ulu Dağ'' anlamına gelen ''Mahameru'' da deniyor.
Bromo'nun yanındakiler Batok ve Kursi Yanardağları.
Bromo Volkanı'nın önünde ise yanardağ küllerinden oluşmuş ''Tengger'' ismi verilen bir kum denizi uzanmakta...

Jeolojik bir hipoteze göre; Fotoğrafta görülen üç volkanik dağ; Bromo, Batok, Kursi (Semeru Dağı buna dahil değil) ve Tengger kum denizini de içine alan yaklaşık 8-10 kilometre çapındaki çanak, daha önce aktif olan bir yanardağın kraterini oluşturuyormuş. Devam eden volkanik patlamalar sonucu daha sonra oluşan mini zirveler yukarıda saydığım volkanları meydana getirmiş.

Güneş artık iyice yükselince, volkanları da bolca fotoğrafladıktan sonra bu sefer, Penenjakan Dağı'ndan gördüğümüz Bromo Volkanı'nın eteklerinde uzanan Tengger kum denizine iniyoruz.
Etrafı yükseltiyle çevrelenmiş koyu füme renkli kum denizi, inanılmaz bir yer! Sanki başka bir gezegene ışınlanmış ya da bir film platosunda gibiydim. Burayı ay yüzeyine benzetenler de oldu. Öyle veya böyle ama dünyada olamayacak kadar kopuk bir yerdi burası.

Bromo Volkanı'nın eteklerine kadar olan yaklaşık 2-3 kilometrelik yolu midilli benzeri, gözüme pek bi ufak gelen atlarla alacağımızı görünce ''en iyisi ben yürüyeyim yazık bu hayvanlara'' demeye başladım.
Sonra, benden başka herkesi atların sırtında görünce ben de ortama uydum ve atlarımızla birlikte Volkana doğru ilerlemeye başladık.
Ama şu bir gerçek ki, ata binmek karşıdan göründüğü kadar kolay değilmiş.
Atalarımız nasıl yapmışlar acaba? Üstelik bir de atın sırtındayken kılıç sallamışlar. Valla çok zor!

Tangger kum denizi, kumdan değil külden oluşmuş. Bu yüzden yere her basışımızda sanki ekmek ununun üzerinde dolaşıyor gibiydik.
En ufak bir rüzgarda göz gözü görmüyordu. Üstümüze başımıza yapışan toz önemli değildi gider yıkanırdık ama fotoğraf makinem bu tozdan fazlasıyla nasibini aldı. Yapacak bir şey yok! Bu görüntüler kaçacak gibi değildi.


Kraterin eteklerine gelince atlardan inip
merdivenleri kalabalıkla birlikte tırmanmaya başladık.
Bu fotoğrafı çektiğimde daha sabahın çok erken bir saatiydi. Güneş bile doğalı bir saat ya olmuş ya olmamıştı ama gelin görün ki insanı şaşkınlığa uğratacak kadar kalabalık burası...

İşte sonunda Bromo Volkanı'nın kraterine ulaştık. Ortamda yoğun bir sülfür kokusu var. Halbuki buraya çıkana kadar bu kokuyu almamıştım.
Gerçekten çok güzel ve ilginç bir deneyim yaşıyorum. Dünyanın merkezinden bana kadar ulaşan dumana tanıklık etmek! Şanslıyım!

Zirvede bir süre daha kaldıktan sonra atların bizi beklediği yere geliyoruz. Artık dönüş yolundayız.
Benim için unutulmayacaklar listesine giren bu coğrafyayla ilgili anlatacağım birkaç şey daha kaldı. O da, bindiğimiz atların sahipleri olan aynı zamanda bu dağlarda yaşayan Tenggerizler...

15. yüzyılda Müslümanlığın Java'da yayılmasıyla birlikte, baskılardan kaçan Tenggerizler anayurtları olan bu topraklara yerleşmişler. Hinduizme inanmakla birlikte animist inançların ağır bastığı bir inanç sistemine inanıyorlar.
Yukarıdaki fotoğrafta  Tenggerizlerin yaşadıkları yer görülüyor. Fotoğrafın sağ tarafındaki alan ise Tengger kum denizi. Yani tüm bu evler Bromo Volkanı'na bakıyor. Onların açısından ne muhteşem bir manzara!

Yukarıdaki fotoğrafı dönüş yolunda çektim. Engebeli arazinin bitip, düzlüğün başladığı yerde bir tapınak görülüyor. İsmi ''Pura Luhur Poten Tample.'' Java Hinduizminin önemli tapınaklarından biri. Tenggerizler için kutsal Bromo Volkanı'nın karşısına yapılmış. Yukarıda da bahsetmiştim Bromo'nun ismi tanrı Brahma'dan geliyor.

Kahvaltı için otele dönüyoruz. Kahvaltıya kadar olan zamana ne çok şey sığdırmışız.

Sonra yola çıkıyoruz. Önce minibüs sonra otobüs derken sıra uçuşa geliyor. Java'nın doğusundaki kent Surabaya'dan bindiğimiz uçakla Singapur'a geçiyoruz. Oradan da İstanbul'a:)

Sonuç olarak, aynı ülke sınırları içinde gezdiğimiz üç ada... O üç ada; üç farklı kültür, üç farklı ülke hatta üç farklı dünya sundu bize...
Gezi; ezber bozandı, otantikti, olabildiğince doğaldı...