TİBET

Tibet...
Yakın zamana kadar yabancıların ayak basmadığı, günümüzde ise seyahat tutkunlarının bir gün mutlaka görmek istediği yerlerden biri...
Tibet'i yazmaya nereden başlasam diye çok düşündüm aslında. Bu düşüncem, sadece bu satırları yazmak için bilgisayarımın başına oturduğum zamanlarda olmadı. Tibet'i gezmeye başladığım andan itibaren kafamda bir taslak oluşmaya başlamıştı zaten. Ancak her gezip gördüğüm yer, oluşturduğum bir önceki taslağı silip attı. Sonuç olarak, şöyle bir baktığımda karşımda net olarak iki tane Tibet vardı;

biri Çin'in,

diğeri de Dalai Lama ve Budistlerin Tibet'i...

Bu kısa açıklamadan sonra en başa dönelim ve "Tibet'e nasıl gidilir?" diye konu başlığı açalım.
Evet, bu güne kadar birçok ülkeyi gidip görseniz bile Tibet'e gitmek için bildiğimiz tüm ezberleri bozmak zorunda kalacaksınız.
"Neden?" derseniz...
Seyahatlerin en büyük avantajlarından biri olan hususi, hizmet ve diplomatik pasaportlardan birine sahipseniz Tibet'e girmeniz zor! Sınırdan dönersiniz.
Yapmanız gereken, bu seyahate çıkmadan önce sahip olduğunuz özel statüdeki pasaportları emniyetin kasasına koyup umumi pasaport çıkartmak.
Umumi pasaportu aldınız, iş bitmiyor. Önce Çin vizesi arkasından da Tibet'e girebilmek için özel izin çıkartmalısınız.
Ancak bu girişimleri ferdi olarak yapmanız mümkün değil. En az beş kişilik bir grup oluşturmalısınız ki başvuru hakkınız olsun.
Şayet yalnızsınız ve Tibet'e gitmek istiyorsunuz; o durumda sizin gibi yalnız seyahat eden çeşitli dünya ülke insanlarıyla bir grup oluşturup Tibet'e geçebilirsiniz ancak Tibet seyahati boyunca bu gruptan ayrılamazsınız. Çünkü gruba düzenlenen "Tibet Özerk Bölge Vizesi" seyahat boyunca yanınızda olmalı. Tibet içinde bir şehirden diğer bir şehre geçerken de yine bu vizeye tabisiniz.
Bir diğer kısıtlama da Tibet'e sadece Nepal ve Çin'den girebiliyor olmanız. Üstelik Tibet vizesini alabileceğiniz acentalar da yalnız Katmandu ve Pekin'de bulunuyor.

Tibet günümüzde özgür ülke statüsünde değil. Varlığını, Çin istilası altında "Tibet Özerk Bölgesi" adıyla sürdürüyor.
Üzerinde hak iddia eden Çin ile kültürel olarak uzak yakın hiçbir ortak yanı olmayan Tibet'i bu yüzden bloğumda özerk değil, özgür ülke statüsüne aldım.(Kim takar beni ama olsun!)
Bu ara, Tibet gezisini anlatmaya başlamadan önce Tibet'in tarihine kısaca bir göz atalım diyorum. Böylece şimdiki Tibet'i hem daha iyi anlar, hem de ben yazarken konuya daha iyi hakim olurum.

Tibet'in ilk kralları şimdiki Bhutan sınırına yakın Yarlung'da yaşamış. Sonra 7.yüzyılda Tibet'in en önemli krallarından biri olan Songsten Gampo başkenti Yarlung'dan Lhasa'ya taşımış ve bugün Potala Sarayı'nın bulunduğu yerde bir kale inşa etmiş.
Tibet'teki Budizm'in resmi olarak ilk temelleri de onun zamanında atılmış.
Bu hesapla, Budizm'in yaklaşık bin yıl sonra Hindistan'dan Tibet'e gelmiş olduğunu görüyoruz.

7. yüzyıl ve onu izleyen ilk yüzyılda gittikçe güçlenen ve sınırlarını genişleten Tibet, Çin ile savaşa girmiş, onları yendiği gibi bir de Çin'i her yıl vergiye bağlamış.
Daha sonra Bon dini (Şamanizm gibi Tibet'in özgün dini) inananları ile Budizm destekçileri arasında yaşanan çatışmalarla Tibet'in çöküşü başlamış ve sonunda küçük eyaletlere bölünen Tibet, dört yüz yıl boyunca "Lama"lar tarafından yönetilmiş.
13. yüzyıla gelindiğinde, Moğollar Cengiz Han ile tarih sahnesine çıkmış. Böylesi büyük bir tehdit karşısında Tibet'teki Lamalar birleşmiş ve Moğolların himayesi altına girmişler.
Daha sonra Moğol Hakanı Kubilay Han 1270 de Çin imparatoru olunca dolayısıyla Tibet de Çin himayesinde sayılmış.
1913- 1914 yılına gelindiğinde ise İngiltere, Çin ve Tibet'in katıldığı üçlü konferans sonucu Tibet'in sınırları çizilmiş ve 1950 yılına kadar da Tibet, Dalai Lama tarafından yönetilen bağımsız bir devlet olmuş.

1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti Mao önderliğinde kurulunca, 1950 yılında Çin, toprak bütünlüğünü gerekçe göstererek (çünkü; bölgenin tarihi olarak Çin'e ait olduğu iddia ediliyor.) ordusuyla Tibet'e girer.
Yapılan bir antlaşmayla da Tibet, Çin'in yönetiminde özerk bir bölge olur.

14.Dalai Lama olan "Tenzin Gyatso" 1950 den 1959'a kadar dokuz yıl boyunca şiddet yanlısı Çin'e karşı barışçıl bir politika izlemesine rağmen, savunmasız on binlerce Tibet'linin katledilmesine mani olamaz.
Hatta bir ara dinlerini özgürce yaşama isteği için Mao ile görüşmeye Pekin'e giden Dalai Lama'ya Mao'nun cevabı; "Din, en kuvvetli zehirdir" olur.
1959 yılına gelindiğinde Çin'in baskılarına dayanamayan Tibetliler isyan çıkarır. Bunun üzerine Çin Lhasa'yı kuşatma altına almaya başlar. Kuşatma tamamlanmadan -Çin'in de bu kaçışa göz yumduğu söylenir- Dalai Lama ve beraberindeki binlerce Tibetli Himalayaları aşarak Hindistan'a geçerler.
Bundan sonraki gelişmeleri Tibet gezisinin içinde anlatacağım.

Nihayet beklenen gün geldi. Dünyanın çatısına çıkıyoruz.
Aklımda, "Tibet'te Yedi Yıl" filminin sahneleri; uçsuz bucaksız çorak araziler, tozu toprağa katarak esen rüzgar, dua bayrakları, manastırlar, bordo giysili keşişler ve o çok sevdiğim dağlar var.
Konuya hızlı girdim, biliyorum. Tibet öncesi anlatacaklarım daha bitmedi aslında...
Filmi bir önceki güne saralım. Şimdi Nepal'deyiz. Ertesi sabah Tibet'e uçuş var. Katmandu'daki Tibet acentasından bir rehber, akşam kaldığımız otele gelip Tibet'te uymamız gereken kuralları bize anlatacak.
Her ne kadar ''Kurallar, bozulmak için konur.'' görüşünü benimsesem de siz bana bakmayın kurallara uymak her zaman iyidir, insanı medeni yapar:)
Neyse, asıl konumuza, Tibet acentasından gelen görevlinin anlattıklarına dönelim. Yarım saat süren toplantıdan aklımda kalanlar;
-Tibet topraklarına ayak bastıktan sonra hiçbir devlet binası fotoğraflanmayacak.
(İlk bakışta binanın devlete ait olup olmadığını anlamam zor ama, önünde asker var mı, kapısında bayrak asılı mı ona bakacağız artık!)
-Tibet sınırları içine, bu bölgeyle ilgili siyasi kitap, CD ve buna benzer yayın sokmak kesinlikle yasak.
(Anlaşılan valizler sınırda fena didiklenecek.)
-Tibet'te Dalai Lama'dan bahsetmek de yasaklar arasında...
(Ola ki, birinin boşluğuna gelir de size Dalai Lama'yı sorarsa; "Öyle biri yok! Ben tanımıyorum. O da kimmiş?" modunda olursanız iyi olur.)
-Tibet'te karşılaştığınız askerlerin gözlerinin içine bakılmayacak. Askerlerin fotoğraflarını çekmek hepten yasak!
(Onlar cansız birer mankenmiş gibi umursamadan yanlarından geçilip gidilecek!)
ve buna benzer bir sürü kural...
Farz edin, bu kurallara uymadınız, o zaman ne olacak? Bu soruyu ben de merak edip sordum; en iyi durumda sınır dışı edilir en kötü durumda da içeri atılıp konsolosluk yazışmalarına başlarmışız.
Bana inanmıyor musunuz? İlk duyduğumda ben de inanmadım, abarttıklarını düşündüm. Ama Tibet'e gidince doğruymuş, dedim.

Biz yine Tibet gezimize dönelim. Önce, önemli bir hatırlatma yapayım; Tibet'e giderken mutlaka uçağın sol cam kenarında yolculuk yapmaya çalışın. Çünkü, Himalayaları aşıp Tibet Platosu'na gidene kadar muhteşem dağ manzaralarına denk geleceksiniz. Buna Everest'te dahil!
Biz, bu yolculukta istediğimiz koltukları bulamayız endişesiyle erkenden Air China'dan online check in yapalım dedik ama olmadı. Bunun üzerine havaalanına biraz erken gidip bilet kesen görevliden yer konusunda ricada bulunduk.

Katmandu-Lhasa arası uçuş yaklaşık bir buçuk saat sürüyor. Sonunda 3650 metre yükseklikteki Lhasa Gonggar Havaalanı'na iniyoruz.
Havaalanı; son derece modern, yalın, sade ama bir o kadar da soğuk görünümlü. Katmandu'nun ahşap oymalı Tribhuvan Havaalanı'ndan sonra burası uzay üssü gibi...
Etrafı incelemeye başlıyorum. Çalışanlar tek tip askeri üniforma giymişler. Tek tip olan sadece kıyafetler değil; sert suratlar, mimiksiz yüzler, temassız gözler de hep aynı. Havaalanındaki ciddiyet insana beton gibi çarpıyor.
Vize onayı için Tibet izin belgesindeki listeye göre sıraya giriliyor. Eşim ikinci sıradayken ben beşteyim. Yan yana ya da peş peşe sıraya girmemiz yasak! Liste neyi gösteriyorsa o!!!
Kulakları çınlasın, yüz yirmi iki ülke gezmiş olan grubumuzun özgür ruhu Rıdvan Bey, sıradan çıkıp biraz uzaklaşınca askerlerin kolunda bizim tarafa doğru geliyor.
Gümrükten son çıkışta çantalar tek tek aranıyor. Bize göre normal, onlara göre yasak olan kitap ve yayınların peşindeler. Halbuki, bizim hazırlıklı geldiğimizi ne bilsinler? Dalai Lama'nın konusu geçiyor diye Lonely Planet-Tibet'i bile Katmandu'da bırakmışız.
Sonunda her türlü işlem bitiyor bu kez havaalanı çıkışında bir bölük askerle burun buruna geliyoruz.
Neyin kafası bu? Çin'e kalsa tüm yabancı turistleri toplayıp Tibet'ten atacak!
Ancak, kapitalizmin kucağına oturmuş olan Çin, bazı uluslararası sözleşmelere asgaride uymak zorunda. Bu yüzden dişlerini sıkmış, sopası havada ama elinden de fazla bir şey gelmeyen sinirli insan profili çiziyor!
.
Allah'tan, havaalanında bizi güler yüzlü biri, Tibetli rehber karşılıyor. Ancak otobüse binmeden ayak üstü, biraz da gizli saklı bir biçimde özellikle "Dalai Lama" ile ilgili soruların kendisine sorulmamasını istiyor.
İsteğinde haklı, otobüse bindiğimizde onu ve bizleri denetlemek üzere gezi boyunca bizlere eşlik edecek olan Çinli bir polisle gezmek mecburiyetinde kaldığımızı görüyoruz. Yapacak bir şey yok!
Havaalanı, başkent Lhasa'nın epey dışında. Yakın zamana kadar havaalanıyla Lhasa arası iki üç saatte alınırken, şimdi dağlardan uzun tüneller geçirmişler, yaklaşık bir saatte Lhasa'ya ulaşıyoruz.
Bu ara, yollar insanı hayrete düşürecek kadar düzgün, bakımlı ve temiz.

Lhasa'ya girdiğimizde ise yaşadığım sadece koca bir hayal kırıklığı...  Yıllar önce Pekin'e gittiğimde de aynı duyguyu yaşamıştım. Sürekli bir yapılanma ve inşaat hali... Sonuç; soğuk ve donuk görünümlü bir şehir.
Geniş ve düzgün caddeler gereğinden fazla süslü; elektrik direklerine kocaman kırmızı Çin fenerleri ve bayraklar asılmış olmasına rağmen yine de o sıcak sevimli hava yakalanamamış. Caddelerde bolca son model dört çeker arabalar cirit atıyor.
Burası tamamen Çin olmuş. Tibetliler ise sadece bir dekor.
Halbuki benim beklentim daha farklıydı; küçük evler, dar sokaklar, az trafik... Belki az gelişmişlik ama daha doğal, daha içten, daha samimi ve en önemlisi ruhu olan bir şehir bekliyordum.

Lhasa'da Xing ding Hotel'de kalıyoruz. Otel dört yıldızlı ama daha konforlu görünüyor.
Katmandu'dan başlayan yolculuğumuz öyle aman aman saatler sürmese de günü yemiş durumdayız. Çünkü;Tibet, Nepal ile aynı boylamda olmasına rağmen zaman olarak iki saat daha ileride.
Çin, ülke sınırları içinde tek bir saat kullanılıyor. Yani, Pekin'de saat kaçsa Lhasa'da da aynı! Bu saatin en büyük avantajı ise akşam havanın geç kararması.

Lhasa'ya geldiğimiz ilk gün, dışarı çıkmayıp otelde kalıyoruz.
Daha önce Peru ve Bolivya gezilerinden de hatırlıyorum; böylesi bir yüksekliğe çıkmak insanı kamyon çarpmıştan beter ediyor. Üstelik bir de Tibet'in havası öyle kuru ki, nefes almakta zorlandığım gibi bir de ağız ve burun mukozam daha ilk günden kurumaya başlıyor.
Allah'tan odalara buhar makineleri konmuş, o biraz olsun beni rahatlatıyor.
Rahatlatıyor dediğime bakmayın aslında, bu rahatlama uyumamıza yetmiyor. Gece yaşananlar ise tam bir kabus!
İlk başta sinsi sinsi başlayan baş ağrıları gece iyice arttıyor. Balyoz, çekiç ne isterseniz başıma vurmak üzere sanki sıraya geçiyorlar. Onlar vurdukça ben kendimi ağrı kesicilere vuruyorum. Soğuk duşun iyi geleceğini duymuştum, deniyorum ama olmuyor.
Nefes alamaz hale geldiğimde kendimi otelin dışına atıyorum. Gecenin bir yarısı eşimle sokaklarda oturuyoruz ama olmuyor, yetmiyor!
Sonunda istemesem de lobiye geçip oksijen takviyesi almak durumunda kalıyorum.
Sonuçta sabah oluyor ama gelin bir de bana sorun.

Not; Unutmayın, hastalık yok, hasta vardır. Ben yükseklik hastalığını çok şiddetli yaşayanlardanım. Kiminde belirtiler daha hafif olabiliyor. Örneğin; eşim de...
O yüzden benim yaşadığım sıkıntıların aynısı yaşanacak diye bir kural yok!
Ayrıca, bu süreçte -yollarda tuvalet derdine düşmemek için- "Asetozalamid" kullanmadığımı da belirtmeliyim.

Sabah olunca kendimi daha iyi hissediyorum ama üzerimden atamadığım bir sersemlik hala devam ediyor. Kahve, kahvaltı derken biraz kendime geliyorum, yoksa günü çıkaramam. Hele ki üç yüz kilometreden daha fazla bir yol bizi beklerken...
Evet, sabah kahvaltının hemen arkasına Lhasa'dan -tekrar geri dönmek üzere- ayrılıp güneybatıya doğru muhteşem manzaralar eşliğinde yol almaya başlıyoruz.

Zaman geçtikçe, dağların daha bir çoraklaşmaya başladığı yüksekliklere çıkıyoruz. Yerleşim çok seyrek, 4-5 evden oluşan köy bile denemeyecek mezra benzeri yerler.
Ama bu çoraklığın, bu renksizliğin içinde, tek renkli obje; ulaşılması en zor yerlerde bile dalgalanan dua bayrakları...

 Burada köyler birbirine ne çok benziyor.

Kenarları alçak duvarla çevrili, düz damlı, avlulu taştan evler bunlar. Evlerin pencereleri, siyah bir boyayla çerçevelenmiş, neredeyse evlerin tümünde kapı ve pencereler; işli,boyalı ve dıştan perdeli...
Perdelerdeki semboller ve pencereleri çerçeveleyen siyah boya dışarıdan gelecek kötülükleri engellemek için.
Evlerde baca yok! Baca gibi duran, evlerin çatılarındaki dört köşeye yerleştirilmiş baca benzeri yerlerde dua bayrakları dalgalanıyor. Bir de her evin çatısına Çin bayrağı mutlaka var.

Sonra, 4794 metre yüksekliğindeki Gampa La geçidine geliyoruz. Dua bayrakları her yerde... Çünkü yükseklerde rüzgar daha çok. Rüzgarın olduğu yerde de bayrak! Böylece dualar tüm evrene daha kolay yayılacak.
Bayraklar değişik renkte ve her birinin anlamı farklı.
Mavi gök, beyaz bulut, kırmızı ateş, sarı toprak, yeşil de mahsul...

Geçitte ufak bir mola veriyoruz. Aşağıda Yamdrok Tso Gölü uzanıyor.
Birçok turist otobüsünün (turist dediklerimin çoğu Çinli) mola verdiği bu geçitte değişik tonlarda birçok Tibet mastifi ile karşılaşıyoruz.
Aslan gibi boynunda yeleleri olan bu köpekler, türlerinin en güçlüleri...
Tibet mastifleri aynı zamanda dünyanın en pahallı köpek ünvanına da sahipler.

Tibet'in üç büyük gölünden biri olan Yamdrok Tso Gölü...
4490 metre yüksekliğinde, dağların arasındaki yeşim renkli göl. Tibet Budizminin dişil koruyucusu, kutsal su...
Böyle olunca her yıl çok sayıda Tibetli, hacı olmak için bu göle geliyor, gelirken de kendi yörelerinden topladıkları çiçekleri getiriyorlar.
Kilometrelerce uzunluktaki gölün etrafındaki turu kimi Tibetli yürüyerek kimi ise secde ederek tamamlıyor.

Yamdrok Tso, ışık oyunlarının insanı büyülediği bir göl. Biraz güçlü zıplasanız bulutlara eliniz değecekmiş hissine kapılıyor insan.
Rüzgarın etkisiyle hareket eden bulutlarla ışığın göl üzerindeki oyunu da güneş batana kadar sürüp gidiyor.
















Göl kutsal, yüzülmüyor. Gölde tek bir kayık yok. Tibetliler balık yemiyor. Ancak eti, sütü, derisi, tüyü, kemiği derken her şeyinden faydalandıkları bir hayvanları var; yak! Yak, Tibetli. Diğer adı Tibet öküzü.
Tibet dilinde "Yamdrok" yüksek mera, "Tso" ise göl anlamına geliyormuş.
Aşağıya, gölün kenarına iniyoruz. Gölün ismine yakışır biçimde etrafta
otlayan birçok Tibet öküzü "yak" var.
Toprağa çok sağlam basan, keçi gibi dağlara tırmanan, boğa kadar güçlü, at kadar hızlı olan yaklar, Tibet'in zorlu şartlarına en iyi uyum sağlayan hayvanlar olarak biliniyor.

Yolumuz uzun. Gölün çevresinden dolanarak, Gyantse şehrine doğru gidiyoruz. Karşımıza; hep orada olmanın gücünü yansıtan karlı dağlar, turkuaz rengiyle bir görünüp bir kaybolan Yamdrok Tso Gölü ve dağların yamaçlarına yaslanmış irili ufaklı köyler çıkıyor.

Etrafı gözlemledikçe "Çin, Tibet'e damgasını fena vurmuş." diyorum. Bir bakıyorsunuz dört beş evden oluşmuş küçük bir köy, ama köyde güneş enerjisi ile çalışan sokak lambaları var.

Köylerden daha büyük yerleşim yerlerinden geçerken ise bu sefer sokak lambalarına Çin bayrakları ekleniyor. Anlaşılan her direğe bir bayrak az gelmiş.















Sonra yol, Kharola Buzulu'dan geçiyor. Soldaki fotoğrafı büyütürseniz daha rahat görülür, yükseklik; 5560 metre...

Böyle poz verdiğime bakmayın, bu yükseklikler benim için sözün bittiği yer!
Buzulun önü ve benim gibi üşümeyi sevmeyen biri için kısa kollu bir üstle yollarda olmak... Bilmem çektiğim sıkıntıyı biraz olsun anlatır mı?

Bu ara, yeri gelmişken Tibet'teki hava durumundan bahsedeyim.
Tibet'te kış ayları çok soğuk, yaz ayları da muson yağmurlarından dolayı yağışlı geçiyor. Bu durumda Tibet'e yapılacak bir seyahat için en uygun aylar; Nisan- Mayıs ve Ekim- Kasım ayları.
Elbette bu kadar yüksek bir coğrafyada gece ve gündüz arasında belirgin bir ısı farkı olduğunu da unutmamak lazım.
Buna göre; biz Ekim ayı ortalarında bu geziyi gerçekleştirdik. Güneş, gündüzleri tenimizi yakacak kadar sıcaktı ve çok dik iniyordu. Akşam oldu mu hava serinliyordu ama öyle dondurucu soğuklar görmedik.
Kıyafet açısından da, bir tshirt yanına da bir polar ceket tüm gün için yetti de arttı bile.

Yola devam... O kadar yüksekteyiz ki, toprakta numunelik ot arasak ot yok!
Ben yine kendimi bol suya ve ağrı kesicilere vurmuş durumdayım. Çinli polisten'de ses çıkmıyor. Kaç saattir yoldayız daha bizimle bir kez olsun göz teması bile kurmadı.

Saatler sonra -yollarda hız kısıtlaması var- Gyantse'ye geliyoruz. Nihayet gerçek bir Tibet kentindeyiz. Çin henüz buraya el atmamış gibi duruyor ya da her an atabilir, belki de atmaya başlamıştır bile...
Anlamışsınızdır Çin'e tepkiliyim. Tepkim Tibet gezisiyle başlamadı, yıllar önce Çin'e gittiğimde de aynı fikirdeydim.
Hele ki, "Halkların Özgürlüğü" diye yola çıkıp Tibet'e yaptıklarını gördükten sonra tepki katsayım elbette daha da arttı.

Biliyorum, siyasetin yeri burası değil. Ben sadece, eski haline sadık kalınan yerleşim yerleri gördüğümde heyecanlanıyorum, onları bozup beton yığınına sokan zihniyetlere bu tepkim!...

Gyantse Tibet'in üçüncü büyük şehri... Aslında buraya şehir demek çok zor, kasabadan hallice bir yer.
Eskiden Bhutan ile Sikkim arasındaki kervanlar için önemli bir kavşak noktası olan Gyantse, günümüzde eski önemini yitirmiş.
Ama bu şehirde önemini yitirmeyen bir manastır var. Biz de onu görmeye geldik.
"Palcho Manastırı..."

Batılı düşünce yapısıyla Budist felsefesini anlamanın zor olduğunu düşünüyorum. Hele benim gibi sadece gezip görmek için buralara gelen biri, Tibetliler için çok önemli olan Palcho Manastırı'nın ne anlama geldiğini hangi derinlikte anlatabilir? Çok zor!
O yüzden Palcho Manastırı ve ondan sonra gezip gördüğüm diğer manastırları anlatırken fazla ayrıntıya girmek istemiyorum. Zaten bu konuda derin bilgi edinmek isteyen elbette bu bloğu okumayıp konuyla ilgili araştırma yazı ve yayınlara bakacaktır.

Şimdi, konumuza dönelim.
Palcho Manastırı'nın yapımı çok eskilere dayanıyor. 1418 yılında inşası başlayan manastır, 10 yılda tamamlanmış.
Manastırın içinde, sekizgen bir kaide üzerinde yükselen dokuz katlı bir stupa bulunuyor. "Kumbum Stupa" adı verilen bu yapının Tibet'teki tek Nepal tarzı stupa olduğu ve eşsiz mimarisiyle bir başyapıt olduğu söyleniyor.

Palcho Manastırı'nın önemli bir özelliği daha var. Budizm'in beş mezhebinden üç tanesini; Gelugpa, Sakyapa ve Kahdampa'yı bünyesinde barındırıyor ve bu mezheplerin keşişlerine ev sahipliği yapıyor.
Bu durum, Budist dünyasının tek örneği olarak gösteriliyor.

Stupanın hemen yanındaki "hayırlı manastır" anlamına gelen Palkor Chode ana manastırına giriyoruz.
Güneş ışığının hiçbir şekilde içeri girmediği, yak yağlarından yapılan mumlarla aydınlatılan manastırın içi, dev budha heykelleriyle dolu.

Manastırın başka bir salonunda bulunan kütüphane...
Dolapların içinde kumaşla kaplanmış kutular, kutuların içinde de dikdörtgen şeklindeki kağıtlara yazılmış olan Budist öğretiler bulunuyor.

Tapınaktan ayrılırken özellikle manastırı korumak üzere yapılmış olan kaleyi fotoğraflıyorum. Böylesi çorak bir arazide, Gyantse Kalesi'ni, güllerin arasından görüntülemek çölde serap görmek gibi bir şey olsa gerek!

Akşama doğru, Tibet'in ikinci büyük şehri Shigatse'ye geliyoruz. Burası da tıpkı Lhasa gibi Çin etkisinin fazla olduğu şehirlerden biri...  Üstelik Lhasa'dan üç yüz metre daha yüksek!
Shigatze'de şehirle aynı isimli Otel'de kalıyoruz. Nasıl arabesk bir otel anlatamam. Her köşesi ayrı bir dekor. Eşyalar asım takım, alt alta, üst üste... Asansörü yok. Odaların içi, duvarlara kadar plastik çiçeklerle süslenmiş.
Yine zor bir gece bizi, daha doğrusu beni bekliyor. Bu sefer durum Lhasa'dan daha kötü, nefes darlığı yetmezmiş gibi eşyalar da üstüme üstüme gelecek!

Ancak ertesi gün, tüm gecenin sıkıntılarını bana unutturacak olan muhteşem bir manastıra geliyoruz. Öyle müzelik bir manastır değil burası. Ayinleriyle, törenleriyle, Budist rahiplerin evleriyle gerçek bir manastır.

Burası Shigatse'deki Panchen Lamaların meskeni olan ünlü Tashilhunpo Manastırı...
"Panchen Lama" ise, Dalai Lama'dan sonra gelen ikinci önemli ruhani ve siyasi lidere verilen ünvan.

Manastır, "Sarı Şapkalılar" lakaplı Tibet Gelugpa tarikatının en büyük altı manastırından biri. Tibet'in ruhani lideri Dalai Lama da Gelugpa tarikatından gelmiş.
15. yüzyılda kurulan, adı "Şans ve Mutluluk Yeri" olan Tashilhunpo Manastırı I.Dalai Lama tarafından kurulmuş daha sonra buranın idaresini alan IV. Panchen Lama ve kendinden sonra gelen Panchen Lamalar tarafından genişletilmiş.

1960'lardaki Kültür Devrimi sırasında Çin, manastırın üçte ikisini yıkıma uğratmış.
Bir zamanlar dört bin kadar keşişin yaşadığı bu manastırda, bugün için sadece sekiz yüz keşişin kaldığı biliniyor.

Dalai Lama ve Budist liderler tarafından seçilen 1989 doğumlu son Panchen Lama, 6 yaşındayken Çin tarafından kaçırılmış. Yerine yine Çin tarafından 1990 doğumlu Gyaincain Norbu'nun atanması Tibet tarafında hala bir sorun.
Ancak en büyük sorun kapıda bekliyor! 14.Dalai Lama Tenzin Gyatso 1935 doğumlu ve onun ölümünden sonra yerine geçecek olan yeni Dalai Lama'yı büyük ihtimalle Çin kendi seçecek! Bu da Dalai Lama ve Panchen Lama kurumlarının sonu demek.

Madem manastırdayız. O halde, fotoğraflar eşliğinde Tibet Budizmiyle ilgili birkaç hatırlatmada bulunayım.
Budizmin yaşandığı birçok ülkede bulundum. Şu kısa sürede gördüklerimden yola çıkarak diyebilirim ki, Tibet'te Budizm diğer Budist ülkelerden farklı yaşanıyor. Bu farklılığın en büyük sebebi Budizmin Tibet'e geç girmesi ve öncesinde sahip oldukları Bön dininin, Budizm üzerindeki etkisinin devam ediyor olması...

Tibet'te beş ana mezhep var. Mezhep denince aklıma; kavga eden, birbirini öldürüp savaşan gruplar geliyor ama burada işler öyle yürümüyor. Tibet'teki mezhepler birbirlerine saygılılar.

Tarihsel sıralamaya göre en eski mezhep; "Nyingmapa" ondan sonra "Kahdampa" ve "Kagyupa" geliyor. Yoga felsefesini de savunan Kagyupa en yaygın olanı.
"Sagyapa" ise uzun yıllar Tibet'in yönetiminde söz sahibi olan bir mezhep. En son ortaya çıkan, 17.yüzyıldan sonra Tibet'te etkili olan ve sarı şapkalılar olarak anılan mezhep ise "Gelugpa"...
Bunların kendi manastırları, tapınakları ve guruları var. Ritüelleri de birbirinden farklı. Ancak bu farklılığa rağmen hiçbir zaman aralarında güç ve iktidar savaşları yaşanmıyor.

Tibet'te bizim gezdiğimiz manastırların çoğu Gelugpa mezhebine ait. Gelugpa tarihsel olarak son gelen öğreti olduğundan mıdır bilinmez, aynı zamanda en genç ve en yenilikçi olanı...

Tashilhunpo Manastırı'nda, "Maitreya" yani "Gelecek Budha"sının olduğu tapınak, gezilmesi gereken önemli yerlerlerden biri.
Tapınağın içinde, 26 metre yüksekliğindeki Maitreya Budha'sının heykeli bulunuyor. Kapalı alanda yapılmış dünyanın en büyük heykeli olan Geleceğin Budha'sını yapabilmek için 110 sanatkar tam dört yıl çalışmış.
Budistlerin yaygın inancına göre; cennette olan Maitreya, gelecekte dünyaya gelip insanlığı aydınlığa çıkaracak!
Bu bilgileri öğrenirken dinlerin birbirine ne çok benzediğini düşünüyorum. Budistlerin Maitreya'sı bizim "Mehdi" olabilir mi acaba?


Ünlü Kelsang Tapınağı... İçeride fotoğraf çekmek yasaktı. Dış kapıdan, ancak üstteki iki görüntüyü alabildim. Daha üstteki fotoğraf ise bana ait değil. Fakat tapınağın içini, o egzotik havayı kim çektiyse öyle iyi yakalamış ki dayanamayıp buraya aktardım.
Üstlerinde kilimlerin seriliği olduğu sedirler eğitim gören, ibadet eden keşişlerin oturdukları yerler. Yani kısaca burası adeta bir seminer salonu...

Kelsang Tapınağı'nın avlusu... Avlu etrafındaki duvar, farklı duruş ve ifadelerdeki Sidarta'nın(Budizmin kurucusu) binlerce görüntüsüyle kaplı.

Yavaş yavaş manastır gezisinin sonuna geliyoruz. Yazmak ne kadar zormuş, diyorum. Bir taraftan yaşadığın her şeyi anlatmak istiyorsun diğer taraftan bunu anlatmanın ne büyük bir yetenek olduğunu fark ediyorsun. Ve en önemlisi yaşanan çok şeyin o an için anlamlı olduğunu, yaşanılan duyguların geleceğe taşınmayacağını görmek başta biraz hayal kırıklığı yaratsa da tüm yaşadığım, gördüğüm ne varsa her şey için kendimi şanslı addediyorum.

Ve her şey bir kenara, o gün gerçek Tibet'i yaşamaktan çok mutlu olduğumu biliyorum. Manastırın dar sokaklarında gezmek, güneş girmeyen tapınaklara girmek, Budist rahiplerin dualarını dinlemek... O kadar huzur vericiydi ki... Belki çekmediysem manastırın yüzlerce fotoğrafını çektim.
Mutluluk böyle bir şey işte anda gizli...

Shigatse'den ayrılma zamanı geldi. Sokaklarda Tibetlilere rastlansa da Çinli nüfusun arttığı bir şehir burası.
Lüks arabaların caddeleri doldurduğu, mimari olarak da Tibetli olmaktan çok uzak, Çinli bir kent görünümünde Shigatse...
18.yüzyılda bu topraklara George Bogle isimli bir İngiliz araştırmacı gelmiş. Bogle'nin tuttuğu notlar o dönem Tibet'i için başlı başına bir kaynak olarak gösteriliyor.
Bogle, o yıllardaki Shigatse'yi anlatırken, Moğol ve Mançuryalı keşişlere, Nepalli ve Kaşmirli tüccarlara, Hindu hacılara, Tibet'in doğu sınırından Türkilere ve Sibiryalılara sıklıkla rastlandığını, Shigatse'nin Budist Asya'nın buluşma noktası olduğunu söylüyor.
Daha sonra Tibetli bir kadınla evlenip bu topraklara yerleşen Bogle, ne ilginçtir ki yasaklı kent olan Lhasa'ya girmeyi başaramamış.
O zamandan bu zamana yıllar, yüzyıllar geçti. O köprülerin altından çok sular aktı. Dedim ya Shigatse'den ayrılıyoruz. Şimdi nereye mi? Bogle'nin bir türlü giremediği Lhasa'ya...

Saatler süren yolculuk ve sonunda Lhasa'dayız. Potala Sarayı karşımda... Sarayın etrafındaki Çin'e dair hiçbir şeyi görmek istemiyorum ama saray o kadar ihtişamlı ve öylesine tarih sayfalarından fırlamış gibi ki, etrafındaki yapıları azametiyle ezmiş, silmiş, atmış zaten.

Potola Saray gezisi için randevu ertesi sabaha alınmış. Evet yanlış yazmadım saraya randevu usulü giriliyor. Yani "biletle değil mi?" deyip kafamıza göre giremiyoruz.
O gün, Potala Sarayı'nı gezemesek de en az onun kadar ilginç olan Barkhor Meydanı'na gidiyoruz.

Barkhor Meydanı Potala Sarayı'nın hemen arkasında, Lhasa'nın en eski en ve en ünlü meydanı.
Tibet'te Yedi Yıl filminin bir sahnesini hatırlıyorum; Brad Pitt, eşkiyalara kaptırdığı arkadaşının saatini bu meydanda bulup satın almıştı. Film, I. Dünya Savaşı zamanında geçiyordu. Taa o zamanlardan beri bu meydan burada... hatta çok daha eskilerden beri burada...
Ancak, buraya sadece bir meydan deyip geçmek Barkhor'a yapılabilecek en büyük haksızlıklardan biri olur.

Barkhor, aynı zamanda bir pazar yeri, tavaf edilen bir hac merkezi, Tibet'in en eski tapınağının olduğu yer ve Tibetli direnişçilerin gösteri yaptığı bir meydan...
Buraya gelip de etkilenmemek mümkün değil!
Meydana, havaalanına girer gibi x-ray cihazından geçerek giriliyor. Sonra mekan, zaman hatta kalbimin atım sayısı, sempatik sinir sistemime kadar her şey burada değişiyor.
Her yerde polis ve asker var! Öyle tek tek de değil, göz korkutmak için sayıca çoklar. Tüm ciddiyetleriyle gruplar halinde turluyorlar. Çünkü burası gerçek Tibet!

Meydanın tam ortasında Tibet'in en eski mabedi olan "Jokang Budist Manastırı"bulunuyor. Manastırın önü, namaz kılanlar ve dua edenlerle dolu.
İnsanlar bu tapınağın etrafını ellerinde dua çarkları(mani) ve tesbihleriyle(mala) dualar ederek, kimi bizim namaza benzer üç adımda bir yere secdeye yatarak dönüyor. Ama bu dönüşler hep saat yönünde, tıpkı Kabe'de olduğu gibi aynı yönde...



Jokang Tapınağı'nın etrafında dönerek hac görevini yerine getiren Tibetlilerin görüntüleri inanılmaz!
Onların fotoğrafını çekerken utanıp sıkılıyorum. İbadet eden insanları çekmek bana garip geliyor ama fotoğraflamasam ölürüm kahrımdan. Bir kenarda nefesimi tutarak hayranlıkla onları seyrediyorum. Sonra dayanamayıp rastgele ve alelacele deklanşöre basıyorum. O yüzden burada çektiğim fotoğraflar net bile değil.
Tibetliler; dışa kapalı, gizemli bir halk. Genelde biz yabancıları görmezden geliyorlar. Öyle yılık, sırıtık halleri hiç yok. Hele ki, bizlerden rahatsız olsalar bile ses çıkarmayan o vakur halleri yok mu beni bitiriyor!!!

Tibetli kadınlar giysilerinde rengarenk kumaşları tercih ediyorlar. Giysilerinin üzerine; yatay çizgileri olan önlüklerden takıyorlar.










Kadınların saçları olabildiğince uzun ve örgülü... Saçlarını yak yağı ile tarıyor ve genelde turkuaz renginde süsler kullanıyorlar. Taktıkları küpeler ise ait oldukları sınıfı gösteriyor. Takılan küpe ne kadar uzunsa kadın o ölçüde asil sınıftan oluyor.
Tibetli kadınlar, birçok ülke kadınına göre daha özgüvenli. Bekaret bir anlam taşımadığı gibi bazı bölgelerde kadın, aynı anda birden fazla erkekle de evlenebiliyor.
Malın bölünmesini istemeyen köy geleneklerine göre de, evin büyük oğluyla evlenen kadın, küçük kardeşlerle de evlenmiş sayılıyor, böylece doğan çocuklar da ailenin ortak çocuğu oluyor.
Bu gelenek Çin'in işgaliyle yasaklanmış olsa da birçok yerde hala devam ediyormuş.

Kovboy tipli şapkaları hem kadın hem de erkekler kullansa da bu tip şapkalar erkeklerin vazgeçilmezi. Aynı zamanda Tibetli erkekler süslerine düşkünler; sıklıkla kolye ve küpe kullanıyorlar.

Barkhor Meydanı'nda akşam oluyor. Ertesi gün Potala Saray ziyaretinden sonra tekrar buraya geleceğimiz için seviniyorum. Buranın tek eksiği kahvesi. Kahvemi alıp saatlerce buradan geçen insanları seyredebilirim.
Çoğu kez, insanların mimiklerinden, ifadelerinden hangi duygular içinde olduklarını anlayabiliyorum ama onlarda bu yeteneğim sökecek mi onu bilmiyorum işte...

Barkhor'a çıkan caddelerin birindeyiz. Taksiye binip otele gideceğiz. Ancak burada sıkıntılı bir durum var. Çünkü aynı yöne giden taksiler dolmuş usulü çalışıyor. O yüzden boş taksi bulmak çok zor!

Tibet'te son gün ve sırada Potala Sarayı var. Sevimli Tibetli rehber (yazık, çocuk Çinli polisten dolayı doğru dürüst konuşamadı bile) saat 10;00'a randevu almış.
Sarayın günlük ziyaretçi sayısı sabit olup önceliği de Tibetlilere vermişler. Turistlerin bir ayrıcalığı yok yani. Binlerce kilometre öteden gel, "Hayır, kontejanımız dolu" desinler, Potala Sarayı'nı göremeden git!
Tam tirajikomedi:)))
Neyse, durum öyle değil tabi. Tibetli rehberler günler hatta haftalar öncesinden ziyaret gününü ayarlıyorlar.
Bir de ilginç olan elinizde giriş biletiniz olsa bile Tibetli rehberiniz yanınızda yoksa ne manastırlara ne de bu muhteşem saraya girebiliyorsunuz. Ek olarak pasaportunuz olmadan da içeri geçmek mümkün değil!

Sabah, güneşli güzel bir gün. Randevu saatinden daha önce Potala Sarayına doğru yola çıkıyoruz. Saraya yaklaşırken ritimli bir şarkı kulağıma çalınıyor. Olay yerine geldiğimizde ise gözlerime inanamıyorum. Yüzlerce Tibetli şarkı söyleyerek dans ediyor. İlginç olan ise dans edenlerin yaş ortalamalarının oldukça yüksek olması.
Öyle şaşkınım ki, ilk başta olayı kavrayamıyorum; ibadet mi ediyorlar, yoksa sabah jimnastiği mi ya da en basit haliyle yaptıkları sadece bir dans mı?
Ne yaptıklarını çokta kafama takmıyorum aslında. Ortaya attıkları çanta ve ceketlerinin etrafında dönen çok sevimli bir topluluk var karşımda.

Yazdıklarıma geri dönüp şöyle bir baktığımda Tibet'teki hayatla ilgili az bilgi verdiğimi fark ediyorum.
Diyorum ki, saray yolunda çektiğim fotoğraflarla birlikte biraz da Tibet'teki hayata gireyim. Bu benim için de iyi olacak. Çünkü öğrendiklerimi kayda geçirmezsem bir süre sonra o bilgileri unutabiliyorum.

Tibet'te din günlük yaşamın ta kendisi. Hele yaşı ilerlemiş Tibetlilerin neredeyse tüm zamanları ibadet etmekle geçiyor.
Genelde ailenin en küçük erkek çocuğu eğitim için manastıra gönderiliyor. Fakat bu konuda bir zorlama yok. İstedikleri zaman manastırdan ayrılmak serbest. Rahip olmayı seçerlerse aynı Katolik papazlar gibi evlilik yapmıyorlar.

Çin'deki gibi tek çocuk dayatması Tibet'te yokmuş. Fakat anladığım ve okuduğum kadarıyla Tibetlilere tek çocuk dayatması olmasa bile çocuk sayısını sınırlamada Tibet halkına baskı yapıldığını düşünüyorum.
Asimilasyon amaçlı Tibet'teki Çinli nüfusun bilinçli olarak arttırıldığını herkes biliyor. O yüksek binaları topu topu 5 milyon nüfuslu Tibetli için yapmıyor Çin.
Bu durumda Tibetlilerin çok çocuk yapmasına Çin'in karışmadığı hangi mantığa sığar?

Tibet'te ölüm ritüelleri de farklı. Ölen kişi üç gün evinde bekletiliyor. Çünkü ruhun bu süre içinde bedende kaldığına inanıyorlar. Üçüncü günün sonunda ölen eğer çocuksa cesedi parçalanıp nehre atılıyor balıklar yesin diye, yetişkinse "skybird" adı verilen yüksek tepelere yine parçalanarak bırakılıyor onlar da kuşlara yem oluyor.
Tibetliler dünyanın çatısındaki yaşamın ne kadar çetin olduğunun farkındalar ve kendilerince doğal bir denge oluşturmuşlar. Düşünsenize ülkede dağ, tepe ve akarsudan bol ne var?
Ülke kayalık, mezar açmak zordur! Yükseklerde ağaç yetişmez, ölülerini yakamazlar. Tibet'te yakılmak bir lütuftur ve çoğunlukla lamalara özgüdür.

Tibetlilerin pasaportları yok. Yurt dışına çıkamıyorlar. Yurt dışını bırakın, kendi ülkelerinde bir şehirden diğerine giderken bile özel izin almak zorundalar. Mutfak kültürleri zayıf. Kavrulmuş arpadan yapılan Tsampa en sevdikleri yemek. Yaktan elde ettikleri eti, sütü saymıyorum. O bizdeki ekmek gibi... Mutfak hijyeni diye bir kavram tanımıyorlar. Ola ki, gittiğiniz restoranda kapısı açık bir mutfak görürseniz yanlışlıkla bile olsa o tarafa bakmayın, bilmeyin, görmeyin daha iyi. Bilmediğiniz şeyler canınızı acıtmaz!
Kahve değil ama bizden farklı olarak çay kültürleri var. Çayın içine tuz ve tereyağ koyup öyle içiyorlar. Sanıyorum dondurucu soğuklara ancak böyle dayanıyorlar.

Artık uzun kuyruğun sonuna geliyoruz. Saraya girme zamanı. Benim de araya kaynak olma zamanım geliyor. Ama bu ara boş durmayıp dünyanın fotoğrafını çektim.
Son bir hatırlatma yapmak istiyorum. Tibet'te internet var fakat arama motorları bloke;) Facebook, İnstagram, twitter gibi zararlı şeyler yok. (tam birine göre)Whats App çalışıyor.

Şimdi esas konumuza dönelim. Bloğun en başında bahsetmiştim; Tibet'in en önemli krallarından biri olan Songsten Gampo 7.yüzyılda başkenti Yarlung'dan Lhasa'ya taşıdığında bugünkü Potala Sarayı'nın bulunduğu yere bir kale inşa etmiş. Yüzyıllar boyunca kale- saray karışımı olarak kullanılan yapı daha sonra yıkılmış.
1645 yılında V.Dalai Lama aynı yerde yeni bir saray yapılmasını istemiş ve 300 yıl boyunca yapılan eklemelerle gittikçe büyüyen saray bugünkü boyutlarına ulaşmış.


Potala Sarayı'na yüzlerce basamakla çıkılıyor. Tavan yüksekliği yer yer 9 metreyi bulan 13 katlı bir bina bu. Düz yolda bile nefes darlığı çekerken merdivenleri çıkmak hiç kolay değil.

Bugün Unesco Kültür Mirası listesinde bulunan ve müze olarak kullanılan saray iki kısma bölünmüş. Ruhani bölümü kiremit renkli, dünyevi bölümü ise beyaz boyalı. Ama ikisi de bir arada; tıpkı Tibetlilerin günlük yaşamlarında din ve devlet işlerini ayırmadıkları gibi...

Basamakları tırmandıkça aşağıda görünen manzara daha netleşiyor. Potala'ya bakan geniş meydanda güç gösterisine giden Çin'in beton anıtı dikkatlerden kaçmıyor.

Sarayın zor olan ilk kısmı bitiyor. Büyükçe bir avluya çıkıyoruz. Burada kısa bir moladan sonra az bir basamak daha inşallah Potala'da olacağız.

Sarayın içinde fotoğraf çekmek yasak. Gözlerimi ve hafızamı sonuna kadar açık tutuyorum ki gördüklerimi unutmayayım. Ama az değil, tam dört asırdır Tibet Budizminin liderleri burada yaşamış ve bunca yaşanmışlığa tanıklık etmek için bize tanınan süre sadece iki saat.

Rakamlarla ifade etmeye kalkarsam binden fazla odası olan sarayın içindeki heykel sayısı iki yüz bin ve burada yaşamış olan bilge, keşiş ve lamalardan kalan kutsal emanet sayısı ise on binleri buluyor.

Sarayda öyle büyük büyük salonlar görmedim. Bir odadan diğerine eşiklerden atlayarak(eşiklere basmak uğursuzluk getirirmiş) geçilen odalar; kumaş ve ahşap kaplı. Tavanlardan Budistlerin kullandığı rengarenk kumaşlar sarkıyor.
Pencereler cumbalı, önüne küçük sedirler konmuş zaten pencereler de çok küçük. Bu cumbalardaki cam kenarına oturmuş ellerindeki öğretileri sesli sesli okuyan rahipler var. İçerisi çok aydınlık değil. Kimi odalara küçük pencerelerden ışık sızarken kimi odaları ancak yakların yağlarından yapılan mumlar aydınlatıyor.
Saray da lamalara ait ihtişamlı mezarlar var. Bir tek VI.Dalai Lama'nın mezarı sarayda bulunmuyor. Onun da hikayesi ilginç; Ayin yönetmesi gerekirken kızlarla gönül eğlendiren, içkiye ve şiire düşkün olan VI.Dalai Lama günün birinde güzel bir kıza tutulur ve birden ortadan kaybolur. Söylenene göre bir gün sonra rahibin çizmeleri bir ağacın dalında bulunur. Bir daha da ondan haber alınamaz.

Bizimle birlikte sarayı gezen birçok Tibetli hacı var. Saraya ilgimi eksiltmeden arada onlara doğru gözüm kayıyor. Hacıların kimseyi gördüğü yok. Her kapı kulpunu tutup dua ediyor, sunaklara arpa, yağ ve para bırakıyorlar.
Yüzlerine bakıp onları anlamaya çalışıyorum. Saraydaki her nesne kutsalmış gibi onlara minnetle, sevgiyle ve çok büyük bir saygıyla bakıyorlar. Bu nasıl bir teslimiyettir, diyorum. Onları anlamam gerçekten zor!

İki saat nasıl geçti anlamıyorum. Süre bitiyor ve biz iniş yolundayız. Aşağıda görünen manzara ise Lhasa... Yorum sizin!

Saray çıkışı doğru Barkhor Meydanına...
Programda, daha gidilmesi gereken Sera Manastırı ve Dalai Lama'nın Yazlık Sarayı var. Ama benim gücüm buraya kadar. Çok yorgunum.
Aklımda; Barkhor'da yemek yedikten sonra ne yapıp edip birkaç kupa kahve bulmak. Bir gün öncesinden giremediğimiz Jokang Tapınağı'nı dolaştıktan sonra da keyifle Barkhor pazarını gezmek var.

Barkhor Meydanı'nda bulunan Jokang Tapınağı... Kapısında dindar Budistlerin secdeye vardığı, her yıl binlerce hacı tarafından çevresi tavaf edilen Tibetli Budistler için en önemli tapınak.

Tapınağın ikinci katından Potala Sarayı ve meydan görünüyor. Daha önce de bahsetmiştim meydan sık sık protestolara sahne oluyor. Özellikle Dalai Lama'nın 1989'da Nobel Barış Ödülü'nü almasıyla Tibetliler merkezi hükümete karşı ayaklanmışlar ve karşılığında sert bir tepkiyle karşılaşmışlar. En son 2008'deki büyük ayaklanmada ise 21 kişinin öldüğü biliniyor.

Barkhor ve çevresinde biz kadınları çıldırtacak dükkanlar var. Özellikle değerli taşların çeşitliliği ve işleniş biçimleri sonra da bu taşlardan yapılmış takılar oldukça albenili... Fiyatlar ise çok yüksek.

Örneğin gümüş ve kehribar eklenmiş rudraksha bir bileziğin fiyatı 1080 yuan. Yani bizim paramızla 500 lira...

Artık Tibet gezisinin sonuna geldik. Ben yazmaktan yoruldum. Sizlerin sıkılmadan okumanızı dilerim.
Tibet'i anlatmaya askerlerle başlamıştım ama fotoğraflarını çekememiştim. Geziyi bitirirken finali yine askerlerle yapıyorum bir farkla bu kez onları fotoğrafladım.
İşte, inancı gereği, hiçbir canlıya zarar vermeyen dinle yatıp ibadetle kalkan kendi halindeki bu insanlara Çin'in verdiği gözdağı...
Bu sokak; elinde tespihleri ve dua çarklarını çevirerek dolaşan, yerlerde sürünerek hacı olmaya çalışan insanların mekanı... Ve bu sokakta sürekli ring atan askerler!

Son olarak Dalai Lama'nın Bilgelik Okyanusu kitabından aldığım bir paragrafla Tibet yazısını bitirmek istiyorum.
Benim gerçek dinim iyiliktir.Eğitimli olup olmamanız, sonraki yaşama inanıp inanmamanız, Buda'ya veya Tanrı'ya ya da başka bir dine inanıyor olmanız hiç önemli değildir, eğer duyarlı olmayı yaşamınıza sokabiliyorsanız, gün be gün daha iyi bir kişi olursunuz.